Tahammülsüzlük Kitabı: Gezi Apartmanı - Filiz Elasu


Yaz aylarında neredeyse 2 günde okuyup bitirdiğim bir romandan söz etmek ve yazarı Filiz Elasu ile tanıştırmak istiyorum sizi. Gezi Apartmanı, Filiz Elasu’nun ikinci romanı. Romanın ana karakteri Sacide’nin yeni taşındığı evinde apartmanın diğer sakinleriyle, kapıcısıyla ve elbette ailesiyle yaşadıklarını anlatırken yaşadığımız topluma en küçük ölçekten bakıyor, içimize ayna tutuyor. Tahammülsüzlüklerimizin neden, nasıl büyüyerek kimi zaman şiddet sınırına geldiğinin altını çiziyor usulca. Bu kitabı okurken bazı sahnelerde kendimle yüz yüze geldiğimi bile söyleyebilirim. Yavaş ilerleyen bir roman ama aynı zamanda okura verdiği gerilim ve merak duygusuyla sizi sürükleyen bir metin. Yazar her karakteri onun zihninden anlatmış, böylece olaylara farklı bakış açılarını ortaya koyarak birbirimizi anlamak istemeden nasıl yaşadığımızı da göstermiş. Ben bu romanı şöyle tanımlıyorum: Tahammülsüzlük Kitabı…
Yazarı ve romanını kendisine sordum; işte sorular ve yanıtlar.

- Yazmaya nasıl başladın, roman yazmaya nasıl karar verdin?

Biraz klişe olacak: Sanırım bütün yazarlara benzer sorular soruluyor ve onlar da benzer yanıtlar veriyordur. Okuma yazmayı öğrendiğimden beri yazma edimiyle iç içeyim. Çok okuyan bir çocuktum, yedi sekiz yaşlarındayken Türkçe ders kitabında bir şiir okuyup “Bunun gibi bir şiiri ben de yazabilirim,” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Ondan sonra da hep yazdım, iç döktüğüm günlüklerim oldu, zamanla günlüklerim başka metinlere, hikâyelere dönüşmeye başladı. Bizim zamanımızda, çok fazla çocuk kitabı yoktu, her zaman okuyacak şey bulamadığım için ben de babamın kitaplarını okumaya başladım. Onlar da klasikler, ansiklopediler, sosyoloji ve felsefe kitaplarıydı, derken, böyle olunca erken başlayan bir okuma serüvenim oldu, üstelik çok çeşitli alanlarda.


- Bu kadar erken yaşta, yaşından büyük kitaplar okumuş olmak okuma ve yazma sürecini de çabuk olgunlaştırdı sanırım.

Ortaokulda öğretmen kompozisyon ödevi verdiğinde ve ben çıkıp onu okuduğumda inanmazdı, “Bunu sen yazmış olmazsın,” derdi bana. Senin de olgunlaşma dediğin şey sanırım buna tekabül ediyor. Daha sonra üniversite yıllarında öyküler yazmaya, roman çalışmaları yapmaya başladım ama hiçbirini bitiremedim. Yine üniversitedeyken gazete çıkarmak, editörlük tecrübelerim oldu. Yani bir şekilde hep yazma ve okuma edimi içindeydim. Bunlar hep hayatımın bir parçası oldu ama hiçbir zaman ben profesyonel olarak yazacağım ya da yazar olacağım, demedim. Aklımın ucundan bile geçmedi. Geçtiyse bile ciddiye almamışım, hatırlamıyorum. Çünkü yazanlara, yazarlara karşı çok büyük bir saygım vardı. Kendim için hep “kırk fırın dolusu daha ekmek yemem lazım,” diye düşündüm. Dergileri, söyleşileri de takip ediyordum ama yazdıklarımı göndermeyi bile düşünmedim. Yıllar geçtikten sonra, yurt dışında yaşadığım sürede pek çok farklı alanda çalışmayı denedim. Kendimi ifade edebileceğim, kendimi iyi hissedeceğim ve bu benim mesleğim diyebileceğim bir arayışım oldu. Bir gün kendime, “Ben hayatım boyunca en çok neden zevk aldım?” diye sordum. “Ne yapmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim ve en çok ne yapmak beni mutlu etti: yazmak.” Böylece yazmaya yoğunlaşma karar aldım.

- İlk romanın Oyun çok katmanlı ve bol karakterli bir roman, bu ilk romanı çıkarırken zorlandın mı? Bir eşik miydi, yoksa zaten bazı dergilerde yazıların yayımlanıyordu ve zaten bir gün olacaktı, diye düşündüğün bir aşama mıydı?

Benim için yazmak her zaman edebiyat demek oldu. Yani öyküler, şiir, roman, bunların içinde herhangi biri olabilirdi. Ama düz yazıyı şu an için daha çok seviyorum. Özellikle roman, uzun soluklu olması sebebiyle çok hoşuma gidiyor. Bu başarılması gereken, başından sonuna götürebildiğim bir süreç. Karakterler yaratmayı seviyorum, öyküde bu daha kısıtlı. Roman aynı zamanda hem felsefe, hem ekonomiyle, hem toplumsal konularla, hem politikayla ilişkili olmamın neticesinde bunların hepsini bir arada, daha iyi bir şekilde bağdaştırabileceğim bir alan.

- Aslında anlatmak istediklerinin hepsini içine alan bir atmosfer yaratıyorsun roman sayesinde.

Evet. Bunu seviyorum. Bir ruh haleti, karakter yaratmayı, onları farklı durumlarda görmeyi, farklı deneyimler yaşatmayı seviyorum. Bu anlamda roman sayfalarının uzunluğu bana daha tatminkâr geliyor. Yazma süreci de çok hoşuma gidiyor.

- Her iki romanda da ana karakterlerin kadın: İlk romanda Semra, ikincisinde Sacide. Her iki romanda da kadın karakterlerin çatıştığı başka kadın karakterler var. Kadın kadının düşmanıdır, diye bir deyim var biliyorsun. Ben her iki romanında da bu sözü doğrulayan sahneler olduğunu düşünüyorum. Sosyoloji ve felsefeyle ilişkin nedeniyle de özellikle sormak istiyorum: Bizim toplumsal yapımızda ne yazık ki bir kadın dayanışması yok, belki toplumun üst katmanlarında ya da bazen göstermelik olarak bir dayanışma olduğunu söyleyebiliriz. Ama genel olarak bir kadın dayanışması olduğunu hiç düşünmüyorum. Biz kadınlara bir ayna mı tutmak istedin, yoksa sadece rastlantısal olarak her iki hikâye de böyle mi gelişti?

İkinci romanda daha çok istedim, rastlantı değil. Kadınların birbiriyle olan ilişkisini de göstermek istedim.
Karakterlerimi yaratırken onları sadece tek taraflı olarak göstermek hoşuma gitmiyor, benim karakterlerimin iyi yanları var, kötü yanları var, zayıflıkları var. Toplum için de aynısı geçerli. Bu roman, bir apartmanda geçtiği için, Sacide’nin çevresine, mahallesine, komşularına bakarken aynı zamanda diğer kadınlarla olan ilişkilerine de bakıyor, çünkü bizim toplumumuzda ev demek, genelde, kadın demek.

- Tanrı yazar ya da anlatıcı yerine karakterlerin zihninden konuşan dolaylı bir anlatımı tercih ediyorsun. Neden böyle bir tercih yapıyorsun? Daha inandırıcı olmak için mi, yazarken o karaktere bürünebilmek için mi?

Bu iki romanda bu şekilde oldu ama öykülerimde, başlayıp da bitiremediğim bazı romanlarımda birinci tekil kişi olarak yazdığım da oldu. Bu ilginç bir şey; bunu bilinçli olarak seçemiyorsun bazen; konuya, yaratmak istediğin atmosfere, yazmak istediklerine yönelik bir şey. Hepsi bir bütün ve bütünün içinde birinci tekil kişi de olabilir, üçüncü tekil kişi de olabilir. Bunu bazen deneyerek buluyorsun, benim için iki roman da öyle oldu.

- Şöyle anlıyorum söylediklerinden… Nasıl bir anlatım tercih edeceğini yazarak o atmosferin içine girmeden önce tam olarak bilemiyorsun. Atmosferi yaratıyorsun, içine giriyorsun ve ondan sonra neyin yakıştığını, nasıl ilerleyeceğini keşfediyorsun…

Çünkü benim için atmosfer çok önemli. Bazen kullandığım zaman kipi, kelime uymayabiliyor, bazen tempo uygun olmuyor. Yani o atmosfere uygun dili bulmak çok önemli.

- Romanlarında alttan alta bir gerilim var. Bu Oyun’da daha belirgin, bir korku unsuru olarak ortada ama Gezi Apartmanı‘nda usulca verdiğin, tempoyu hiç düşürmeden “acaba birazdan bir şey mi olacak” duygusu, tedirginlik, tekinsizlik hali var. Kitap boyunca da devam ediyor. Bu gerilimli anlatım romanı diri tutması için tercih ettiğin bir üslup mu? Bundan sonra da böyle devam edecek mi?

Oyun’un temposu daha farklıydı, Gezi Apartmanı’ndaki tempo daha yavaş ve dediğin gibi alttan alta bir gerilim yaratmak istedim. Bana aynı şeyi söyleyen üçüncü kişisin. “Hatta neden polisiye yazmıyorsun?” diyenler bile oldu. Bunu duymak çok hoşuma gidiyor, çünkü amaçladığım şeyi başarabilmişim demek ki. Bu romanda bir “havada kalma” durumu olmasını istedim. Çok yüksek bir tempo olmasın ama hep bir beklenti yaratsın.

- İstediğin şeyi başardığını düşünüyorum, bir rüyanın ardından, karıncaların evi sarmasından, ağacın kesilmesinden sonra hep bir şey olacak duygusuyla okuyoruz kitabı. O yavaş tempoyla birlikte sürekli bir gerilim var ve merak duygusunu kitabın sonuna kadar canlı tutmayı başardığını söyleyebilirim. Bu söyleşiye gelmeden önce, kitap hakkında yazılanları okudum. Modernleşme, modern insanın değişimi, v.b. ama ben kitabı kapattığım zaman düşündüğüm şey “müthiş bir tahammülsüzlük romanı” olduğuydu. İnsanların, hatta zaman zaman hayvanların birbirine olan tahammülsüzlüğünü anlattığını düşünüyorum. Bu konuda ne söylemek istersin?

Çok haklısın. Son üç senedir ülkede yaşanan bir duygu hali var ve ben bu romanda o duygu halini yaratmak istedim. Bir kadının yaşamından yola çıkarak, mahalle, kent, ülkede hepimizin içinde bulunduğu tahammülsüzlüğü, günlük hayatın şiddetini anlatmak istedim. Sokaktaki ruh halimiz de böyle, siyasetimiz de böyle. Bence birbirlerinden besleniyorlar.

- Romanda toplumun tüm kademelerine göndermelerde bulunuyorsun. Sen de bunu apartman yönetimi, kapıcı, apartman sakinleri gibi karakterlerle çok güzel eşleştirmişsin. İlk kitapta bir Casino vardı, burada da bir apartman var. Karakterlerini belli bir mekânda toplayıp o mekân üzerinden bir atmosfer yaratmayı ve anlatmak istediğin şeyi o mekân üzerinden anlatmayı sevdiğini ve bilinçli olarak tercih ettiğini düşünüyorum.

Haklısın. Bir tür allegori, bir tür imge ama her cümlede değil de büyük ölçekte yaptığım bir allegori bu. Dünyada da örnekleri var, William Golding’in Sineklerin Tanrısı, Orwell’in Hayvan Çiftliği gibi, çok katmanlı ve sevdiğim bir biçim.

- Kitap bitiyor ama hikâye bitmiyor. Neden?

Bazen anlatmadan da bir şey anlatmış olur yazar, söyledikleri vardır bir de söylemedikleri… Söylemediklerini okura bırakır. Karşılıklı bir anlamlandırmadır bu, çıkarımların okura ait olması gerekir. Okurun kitaptan aldığı her neyse, kendisi üzerine eklemeler yapabilir ya da eksiltebilir. Ben bu tür boşluklar bırakmayı seviyorum ve bunları okur doldursun istiyorum. Okuru kitabı bitirdikten sonra rahatlatacak ve unutacağı bir şey yazmak değil amacım.

- Kitabın adını sormak istiyorum son alarak. Zaten kitap bir ağaç hikâyesiyle de başlıyor. Bu konuda ne söylemek istersin?

İsim bir tesadüf değil. Özellikle seçildi, toplumdaki tahammülsüzlük bize Gezi’yi hediye etti. Kitaptaki hikaye de toplumsal tahammülsüzlüğe göndermelerle dolu ve bu nedenle adı Gezi Apartmanı.

Bu söyleşiyi 15 Temmuz 2015 te yaptık Filiz Elasu ile. Yazara bu güzel kitap ve söyleşi için teşekkür ediyorum. Size de keyifli okumalar diliyorum. 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye