Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan
Cenk Hikâyeleri’ni ilk kez 1986 yılında
Remzi Kitabevi yayınlamış. Elimdeki 2010 yılında Metis’ten çıkan on ikinci
basım. Kapak resmi Fatma Tülin Öztürk tarafından bu eser için özel olarak
yapılmış.
Ne yazık ki öyküye hak ettiği değeri
vermeyen okurlarımızın yirmi dört yılda da olsa bir öykü kitabını on ikinci
basıma taşımış olmaları ne mutlu. İçinde altı öykü barındıran bu kitaptaki her hikâye
iki kahramanın birbirleriyle mücadelesini ve bir yandan da kahramanların kendileriyle
hesaplaşmalarını anlatıyor. Her kahraman diğerine ayna tutuyor.
Murathan Mungan’ın sade ama incelikle
işlediği dili, yeni ve eski kelimeleri ustalıkla kullanması, gereksiz
diyaloglardan kaçması her öykünün tadına tat katıyor. Bir kitabı okurken onun
içine girebilmek, o anı yaşayabilmek önemlidir. Mungan’ın öykülerinde çizdiği atmosfer
öyle güçlü ki, yağmurdan sonra topraktan çıkıp burnunuza dolan buğuyu
sayfaların arasında hissedebiliyorsunuz.
İlk öykü, Şahmeran’ın Bacakları… Elbette
bir Şahmeran öyküsü; Şahmeran, Camsap, Belkıya değil ama kahramanlarımızın
hepsi. Şahmerancı olarak çalışan küçük bir çırak ve ustası var ki destanın
arkasına saklanmış sevgi-nefret ya da bağlılık-suçluluk ikilemini yansıtıyor.
Yazar bu hikâyeyle geçmişine de el sallıyor.
“Başlarken
çok fazla şey bilmek gerekmez. Bilmek zamanla gerekir. Yaşadıkça hissedilir
eksikliği. Yaşamında eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek insana hiçbir
şey katmaz. Çizmekten vazgeçemeyeceğin bir zaman gelince, işte o zaman gelince
göze alırsın her şeyi, hepsini bilmeyi.”
“Şu
yeryüzünde kendinden başka her yaratığı buyruğu altına sokmuştur insanoğlu. Bir
tek kendine söz geçirememiştir, söz geçiremez. Gücü, güçsüzlüğünü gizler. Bu
yüzden yüz yüze gelmek istemeyiz onunla. Uyanış günümüze dek gizleneceğiz…”
İkinci öykü, Ökkeş ile Cengâver…
Çocuklukları birlikte geçmiş, birlikte büyümüş şimdiki deyimle kanka olmuş iki
delikanlının erliğe adım atabilmeleri için geçmeleri gereken bir sınav yani
töre karşısındaki duruşları var bu hikâyede.
“Törelere
akıl ermiyordu ‘Töreler büyü gibidir oğul’ demişti anası. ‘Törelere akıl ermez,
akıl ona uydurulur’. Anası güçlü dirençli kadındı. Anasının yüzünü yere
yıkmamalıydı. Masmavi gözeri sonsuz bir beşik gibi dinlendiriyordu Ökkeş’i.
Uzak denizler gibiydi anasının gözleri.”
“Göz
göze geldiler. Gözleri cümle lisanların bittiği yerden bakıyordu.”
Üçüncü öykü, Kasım İle Nâsır… Yine töre
var karşımızda ama bir de masal var, bir destan ve bir lanet. Bu hikâyeyi okurken
hep bir şeyler tanıdık geliyor. Mungan bu eseri tiyatro oyunu şeklinde kaleme
almış, sanırım 1992’de de sahnelenmiş.
“Şimdi
iki oğul, birbirlerinin çevresinde pars adımlarıyla tetik dönerlerken,
işledikleri ilk kanın günahını düşünüyor olabilirler. İkisinden biri –hangisinin
olacağı şimdilik bilinmiyor- babasından sonra kardeşinin de kanını akıtmış
olacak. O gün de böyle tepeden tırnağa pusatlanmışlardı. İlk erlik tıraşlarını
olmuşlar, sonra bir geyik kanına sebep ormanın dolaşık izine at sürmüşlerdi.
Bir oyun, bir şenlik gibi başlamıştı her şey. Ve şimdi de bir oyun bir şenlik
gibi sürüyordu.
O
dairenin içinde bunlar ve çevresinde herkes vardı.”
Dördüncü öykü, Binali ile Temir…
Birbirini hiç görmemiş, hiç tanımamış iki insan nasıl birbirinden nefret eder.
Neden? Kim daha güçlüdür? Güç nedir? Temir ile Bianali’nin hikâyesinde insanın
içini acıtan bir yalnızlık var.
“Sonra
anladı ki, kendinin haberi bile olmadan Binali yeniden cenge tutuşmuş. Ve gene
anladı ki, sevgi diye kendisine öğretilen şey, ta başından beri bildiği, tek
bildiği şeyden, şiddetten başka bir şey değilmiş. Aynen onun gibi yaşanıyormuş
bu da.”
Beşinci öykü, Ensar ile Civan… Bir
dostluk hikâyesi ki kitabın da en naif hikâyesi.
“Yüreğinin
bütün kirli suları yüzünü yıkıyor.”
“Dönmeyecekti
hani, söz vermişti bir daha dönmeyecekti.”
“Irmağı
özlemişti işte”
“Düpedüz
özlemişti.”
“Sancılı,
sayrılı, ağrılı bir özlemdi bu; ama özlemdi.”
“Kan
çekmiş, cinayet yerine geri gelmişti katil ya da aynı ırmağa iki kez girilmez.”
Altıncı öykü, Yılan ve Geyiğe Dair… Edip
Cansever’in dizeleri karşılıyor okuru. Metin kimi yerde dize dize kimi yerde
satır satır ilerliyor. Korkunun, tehlikenin, ölümün çağrışımları, imgeleriyle
anlatıyor bu kez cengi.
“Parkın
kıyısında ölüsünü buldular.”
“Yüzünün
kıyısında bir gülümseme.”
Murathan Mungan, kendi edebiyat
yolculuğunda öyküye verdiği yer ve önemle, tarihimizde gelen masalcı
karakterimizi yazdıklarında çok güzel yansıtıyor. Benim de ilk kez 1987 de
okuduğum ve tadı usumdan eksilmeyen bu kitabı yeniden okumak büyük keyifti.
Yine Mungan’ın kelimeleriyle bitiriyorum…
“Eskiden,
çok eskiden, uzun kış gecelerinde, kısık lambaların puslu camlarda titrek
ışıltılarla kıpraştığı köy kahvelerine gece masalcıları, dengbejler, aşıklar
gelirlermiş… Dışarıda dondurucu bir fırtına ortalığı kasıp kavurur, şiddetli
bir tipi dünyanın bütün kış kahvelerini tehdit ederken, onlar, üzerlerindeki
karları silkeleyip, kalın abalarını ocağın kenarında kurutup, kendilerine
sunulan kahveden ve tütünden kısmetlerini alıp; eskilerden kalmış, geçmiş
zamanların güzelleştirdiği masalları yırtık, sökük yerlerini onararak;
belleklerine gömülmüş imgeleri bulup çıkararak, üzerlerindeki çöl tozunu
silkeleyip, parlatıp, canlı kılarak yeniden anlatırlarmış.”
Lal Masallar aynı kıvamda bir başka kitap.
YanıtlaSilsevgimle
Evet, Murathan Mungan'ın bu iki öykü kitabını da zaman zaman yeniden okuyorum. Her zaman keyif veriyor.
YanıtlaSil