Kayıtlar

deneme etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Yayındaydık :)

Resim
Bir önceki yazının üzerinden bir hafta bile geçmeden bir yazı daha koyabilmek benim için büyük bir sürpriz. Ama bu kez yazmayacağım, konuşacağım. Geçtiğimiz salı günü (12.Ocak.2021) Cem TV'de Murat Bulut'un "Kitapsız Dönmesin Dünya" isimli programına Edebiyatist Dergisi ve Edebiyatist Yayınevi adına Fatih Ayan ve bendeniz konuk olduk. Aslında Edebiyat Dergileri ve Yarışmalar başlığıyla ilan edilen program daha çok dergiler ve okuma kültürü konuları çevresinde konuşulan bir yayına dönüştü. Keşke böyle programlar daha artsa ana akım televizyon kanallarında ve izlenebilir saatlerde yayınlansa. Okumak ve yazmak üzerine, kitaplar, yazarlar , nasıl yazdıkları, neler yazdıkları üzerine bol bol konuşsak. Renkli simalarla sohbet etsek. Ama olmuyor işte... Oysa programın sonunda da söylediğim gibi, okumak hepimize iyi gelir :) İzlemek isteyenler için aşağıya bırakıyorum videoyu... Bu arada bu ay Edebiyatist Dergisi almanızı öneririm. İçinde benim yazım yok ama çok değerli yazar...

Aldatan Kadınlar ve Yazan Erkekler

Resim
Dünyaya geldiğimiz andan itibaren farklılıklarımızın bilinciyle büyüyor, kendimizi böyle tanımlıyoruz. Ait olduğumuz yeri belirleyen inançlarımız, yaptıklarımız, seçimlerimiz, yaşadığımız toprakların da ötesinde hatta bütün bunlardan daha önemli olarak kadın ya da erkek oluşumuz. Cinsiyet denen bu olgu toplumdaki yerimizi, değerimizi, bize biçilen rolleri, bizden beklentileri biçimlendiriyor. Günlük yaşamdaki tanımlarımızda bile cinsiyetçi ifadeler kullanmıyor muyuz? Gebe olduğunu bildiğiniz arkadaşına ilk sorduğumuz soru ne? Bu sorular ve elbette bildiğimiz yanıtlar uzayıp gider.  İnsanlık toplu yaşama alışkanlığını kazandığından beri, kutsal metinlerin de büyük desteğiyle cinsiyetlere ait roller belirlenmiş ve biçimlenmiş. Kadının ve erkeğin ne yapması, nasıl yaşaması gerektiği kendisine büyük bir başarıyla belletilmiş. Bunun sonucunda kadın, erkeğe göre ve onun bakış açısıyla tanımlanmış. Birey ve özne olmaktan uzak, kendisine dayatılan rolleri benimsemiş. Bu kültürel k...

Okuma Günleri - Marcel Proust

Resim
Bugünün çocukları büyüdüğünde kitapları çocukluk anılarına nasıl yerleştirirler bilemiyorum. Biz ve bizden önceki nesiller için çocukluğumuzda okuduğumuz kitapların izini sürmek tadıyla kokusuyla o günlere dönmek gibidir. Okuduğum ilk roman olan Denizler Altında 20000 Fersah , onu aldığım ilk günü, kalın bez cildini, eve gidip de okumak için nasıl sabırsızlandığımı, evimizin salonunda duran kütüphaneli divana kurulup babamın kitaplarının gölgesinde okuyuşumu hatırlatır bana. O divanda okuduğum Kibritçi Kız masalını hatırlarım sonra ve hüngür hüngür ağlayışımı. Marcel Proust, Okuma Günleri 'nde okuma eylemiyle geçirdiğimiz zamanın dolu dolu yaşadığımız zamanlar olduğunu kendi anılarından derlediği küçük yolculuklarla anlatmaya başlıyor. Zorunluluklar için bile olsa gözlerimizi kitaptan ayırmanın nasıl zor geldiğini, her kitapla farklı iklimlere yaptığımız yolculukları, bellek yoklamalarını, en önemlisi de yaşamımız boyunca tek başımıza yaptığımız en keyifli eylem olduğunu söylüyor...

Çocuğumu Rahat Bırakın!

Oğlum yedi yaşında. Dört yaşında yuvaya başladı. Altı yaşında ana okuluna gitti, bu yıl ilköğretim birinci sınıf öğrencisi. Geçtiğimiz yıl, oğlumun sınıfında "sınıf anneliği" görevini de yürüten biri olarak ve temelde kendi çocuğumla birlikte edindiğim tecrübe, diğer annelerle yapılan dertleşmelerden çıkan sonuç şudur: Çocuklar okula başladıkları andan itibaren daha önce sahip olmadıkları ruhsal sorunlarla tanışıyorlar. İlkokula başlamadan önce üç yıl yuva ve ana okula devam eden oğlum, onun yaşında tanıdığım en az yirmi çocuk doğru kalem tutmayı, kendini ifade etmeyi, harfleri yutmadan konuşmayı hatta r,s,t, gibi sesleri doğru olarak telaffuz edebilmeyi ancak bu yıl başarabildiler. Üstelik el yazısı yazmak gibi saçma sapan bir yöntemle öğreniyorlar yazmayı. Düşünün ki çocuğunuz el yazısı harfleriyle yazma ve okuma öğreniyor ama MEB tarafından verilen , tavsiye edilen tüm kitaplar düz harflerle basılmış. Pek çok çocuk bu sebeple okumakta zorlanıyor. Çocuklarımızın enerjileri...

Virüs

Küçücük. Gözle görülemiyor. Mikroskobik bir yaratık. Saldırgan. Bedenimi yavaş yavaş ele geçirmeye çalışıyor. Savaşıyorum. Ateşler içinde yanıyorum. Baş ağrılarım dayanılmaz. Mücadele beni tüketiyor. Yorgunum. Yazamayacak, düşünemeyecek kadar yorgun. İsteksiz. Çaresiz. Renk renk, boy boy, çeşit çeşit ilaçlar içiyorum. Vitaminler, antibiyotikler, demir ilaçları, ağrı kesiciler, ateş düşürücüler... Ben direnip, mücadele ettikçe o daha da güçleniyor sanki. Ve sonunda... Hastanede açıyorum gözlerimi... Şişe şişe serum veriyorlar. Doktorum, sevgili doktorum, merak etme tüm vücudu serumla yıkadık, atacaksın yakında o mereti, diyor. Evdeyim şimdi... Yavaş yavaş onarmaya çalışıyorum kaybettiğim direncimi. Özledim, çok özledim, ağrısız sızısız nefes alabilmeyi, öksürmeden gülebilmeyi ve saatlerce yürüyebilmeyi... 17.02.2011

Masmavi Ölüm

Gidiyordu içindekileri yiyerek büyüyen bu cehennemden. Görünmez prangalara vurulduğu bu şehirden, Kaçıyordu kendine, yeni evine, küçük güneşlerine. Üzeri altın varakla kaplı, içini kurtların kemirdiği bu şehirden vazgeçiyordu. Kendini bile arar olmuştu nicedir. Öğütmüştü onu bu şehir. Taksinin camından son kez baktı mavisi görünmeyen gökyüzüne. Güneşin sarısı bile solmuştu, bulutlar bakmadan geçiyorlardı aşağıdaki şehre. Belki denizi, belki erguvanları özlerdi. Belki arada bir gelir camileri, sarayları gezerdi. Şoförün bavulunu bagajdan çıkarmasını beklerken son kez ciğerlerine doldurdu isli şehir havasını Bavulu elinde geçmişi geride bırakarak yürüdü iç hatlar terminaline Biletini onaylayan kadın yüzüne bile bakmadı Bezgin şehirli kadın tavrını tanıdı Kendisi de bir sabah aynı yüz ifadesiyle aynada karşılaşmıştı … Beklemeye başladı Kalbinin atışıyla saatinin tiktakları Tükenmişliğini ardında bırakıp yeni bir hayata hazırlanıyordu. İlk anonsla fırladı yerinden. Koşar adımlarla iki n...

U...

UCUBE: Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan (TDK) Kimdir ucube, neye denir? Söyleyen mi ucubedir, söyleten mi? Yoksa "ucube" diyecek cehalette olmak mı ucubeliktir? 14.01.2010

Neler Oluyor???

Neler oluyor benim güzel ülkemde? Yürekler kanıyor... Türke Türk, Kürde Kürt demek sanki dillleri yakıyor... Domuz bağıyla öldürülenler bir kez daha işkenceden geçiyor... Öğrenciler eşek sudan gelene dek dövülüyor... Kadınlar sittinsenedir intihar ediyor... Saygının yerini pervasızlık alıyor... Ağız dolusu küfür siyasetin jargonuna yerleşiyor... Keyifle içilecek bir yudum içki boğazlara düğüm oluyor... İşsizlik umutsuzluk oluyor... Umutlar hep başka bahara kalıyor... Koskoca bir millet yoksulluğa, yoksunluğa alışıyor... Yapanın yaptığı yanına kalıyor... Dertlere derman bulunmuyor... Saymakla bitmiyor ama elden de bir şey gelmiyor... 13.01.2011

Yeni Yıl Yazısı

Resim
Bu satırları yazdığım dakikalarda takvimin değişmesine 72 saatten bir kaç dakika daha az bir zaman var. Posta kutuma sıra sıra yeni yıl mesajları düşüyor. Facebook'taki arkadaşlarımdan ardı ardına yeni yıl hediyeleri alıyorum. Hatırlanmak, uzakta ya da yakında seni düşünen insanların olduğunu hissetmek, değer verildiğini bilmek yumuşacık bir battaniyenin bedenimi ısıtması gibi içimi ısıtıyor. Bayramları, yılbaşını, doğum günlerini en çok bunun için seviyorum işte. Sımsıcak, içten bir kucaklaşma sebebi oluyor hayatımda. Birkaç yıldan beri "yeni yılda yapılacaklar" listesi yapmıyorum. Zaten o listelere asla sahip çıkıp, kendime verdiğim sözleri tutamadım. Artık tek bir listem var: Hayatta Yapmak İstediklerim. Her yılbaşında ajandamı yenilerken yeni listeler yapmak yerine, o tek ve biricik listemdeki maddelerin hangilerini gerçekleştirebildiğime ya da kaç adım yaklaşabildiğime bakıyorum. Sonuçtan memnunum... :) Listem yok ama bir sürü dileğim var 2011 adıyla gelecek gün...

Umut... Yine Yeniden Umut

Herkes için farklı çağrışımları olsa da, hayatı yaşamaya, beklemeye değer kılan bir güven duygusudur umut. Ne çok şey anlatır. Özünde hep daha iyiye kavuşma arzusudur. Bir bebeğin gülüşü, çalan telefonun sesi, posta kutusuna düşen bir mesaj, bazen bir kağıt parçası, bir gazete haberi umut olup tutuşuverir yüreklerde. Ne zordur umut etmek ya da en zoru umut edememek. Hayatımız boyunca sahip olabildiklerimizin, yalnızca bizim olanların en önemlisi olduğunu anlayamadan yaşar gideriz. Kimi zaman kendimizi tüketir bir başkasında ararız umudu. Kimi zaman bize umudu getirecek birini ararız. Kimi zaman umudun kendini ararız. Umudu aramak karanlıklarda, bazen el yordamıyla, bazen tökezleyerek, düşe kalka... Onu bulamamaktan korkmak... Eğer hal böyleyse, korku egemen olmuşsa zihne kaybedilmiş bir yaşam kalır geride. Yol her an biraz daha karanlık olmaya başlar, sürüngenler etrafta dolaşır, her adımda gölgeler biraz daha uzar, kalp atışları hızlanır. Tutunduğumuz dallar elimizde kalır, kendi sesi...

Kartpostal Zamanı

Resim
Bir kaç gün önce Kadıköy'de çarşıyı dolaştım. Çocukluğumdan beri en keyif aldığım gezme türlerinden biridir şehrin çarşılarını dolaşmak. Yeni moda alışveriş merkezlerini de seviyorum ama çarşılarda dolaşmak, esnafla muhabbet etmek, kıyıda köşede kalmış dükkanlarda beni şaşırtan şeyler bulmak, satılığa çıkmış eski eşyaların gıcırtılarını duymak, sokakta olmak, çok daha hayattan, damardan bir durum. İşte bu arada daracık bir sokakta yerde eski dergi, kitap satan bir amcanın tezgahında gördüm onları; ucu kıvrılmış, sararmış, kimi hiç kullanılmadan düşmüş tezgaha, kimi kimbilir hangi dolabın, kitabın arasından savrulup gelmiş... Bir sürü kartpostal... O zaman bir kez daha fark ettim uzun zaman önce hayatımızdan sessizce çekip gitmiş olduklarını. Uzun zaman diyorum, ki bir yıl bile uzun zaman sayılıyor artık geri gelmeyecek olanlar için. Kadıköy'de postanenin duvarına dizerlerdi sıra sıra, Şişli'de camiinin duvarı boydan boya kartpostala boyanırdı bayram ve yılbaşı öncesi. Ba...

Kitap Okumak

Resim
Okumakla ilgili zihnimde yer etmiş ilk anı, ilkokul öğretmenim Gülen Hanım'ın her ay yaptığı bir dakikada kaç kelime okuyabiliyorsunuz sınavıdır. O ay sınıfta okumak için seçtiği kitabın bir sayfasını açar ve sırayla bizi yanına çağırarak bir dakika içinde kaç kelime okuduğumuzu belirlerdi. Su sınavlardan birinde sevgili öğretmenim eliyle yüzüme doğru beş parmağını kaldırarak, sadece beş kelime ilerlemişsin, çok az, çok çok az, diyerek memnuniyetsizliğini ifade etmişti. O kadar üzülmüştüm ki ertesi ay sınıf birincisi olmak için elime ne geçerse sesli sesli okumaya başladım. Başardım da ama bir başka arkadaşımla birinciliği paylaşarak. Daha sonra öğretmenimiz velilere birer mektup göndererek sınıf kütüphanesi kurabilmek için para toplamak istediğini bildirmişti. Sınıfımızda gerçekten maddi zorluk yaşayan bir iki arkadaşımız dışında hepimizin aileleri destek olmuş ve bir sınıf kütüphanesi kurmuştuk. Arkadaş Yayınları'ydı sanıyorum... Bütün kitaplarımız oradan alınmıştı. Gülen öğr...

Harekete Geç

Cuma sabahı hapşırarak uyandım. İnsan hiç hapşırarak uyanır mı, demeyin. Uyanıyor! Bir halsizlik, kah üşüyorum kah terliyorum, boğazım deseniz zımpara kağıdı yapışmış gibi... Eyvah şifayı kaptırdık derken oğlum da burnunda kurumuş sümüklerle uyanmaz mı? İşte bu daha fena. Siz hasta olunca kendi derdinize derman oluyorsunuz da çocuğunuz hasta olunca işler değişiyor. Yemiyor, içmiyor, ilaç beğenmiyor, burnu tıkanıyor, gece uyumuyor, falan filan. Üstelik ben de aynı durumdayım hatta ondan daha hastayım, üstelik ona bakan var ama bana bakacak kimse yok!!! Neyse daha fazla acındırmayayım kendimi. İşte üç gündür bu halde evin içinde sürünürken farkettim ki yazıları aksatıyorum. Fuardan sonra düzen değişmiş, daha doğrusu düzen kalmamış. Ne blog için bir şeyler yazıyorum, ne öykülerimle oynuyorum, ne de aklımdaki büyük projeyi kağıda dökebiliyorum. Olur mu? Olmaz ama oldurmuşum işte... Tek tesellim var sürekli okuyorum:) Okudukça kafamda yeni fikirler oluşuyor, denemeler yapayım diye düşünüy...

Kayıp Zamanlar

İnsan yaşadığı zamanı kaybedebilirmiş. Eğer sadece sessiz ve karanlık bir köşede kalmak ve o köşeden hiç çıkmamak isteğiyle doluysanız zaman size dokunmadan üzerinizden akıp geçiyor. Hangi gündesinz, saat kaç fark etmiyorsunuz. Ancak günü bölen belirgin eylemler sabah ve akşamı haber veriyor. Çocuğun okula götürülme ve okuldan alınma saatleri gibi... İşte neredeyse sekiz gündür kayıp zamanlarda sürükleniyorum. Şiddetli, kesintisiz başağrıları algımı, hafızamı ve tümüyle yaşama gücümü köreltiyor. Teşhis: Migren... Ailemdekiler duyunca şöyle dediler; başka bir şey beklenmezdi zaten!!! Demek bende potansiyel migren hastası tipi varmış!!! Neyse artık neyle savaştığımı biliyorum, dinleniyorum, ilaçlarımı içiyorum. Yakında o üzerimden akıp geçen zamanı tutup yakalayacağım ve gerekeni yapacağım... 30.11.2010

Sabah Çalan Telefon

Resim
Bayram sabahlarının ikincisi. Kahvaltı ediyoruz. Her şey olması gerektiği gibi. Ömer benden kaçırıp biraz daha fazla sucuk yemenin derdinde. Telefon çalıyor. Eşim önce telefonun ekranına bakıyor. “Annenler” “Hayırdır inşallah. Neden arıyorlar ki sabah sabah.” Ben Ömer’in ekmeğine bal sürerken o telefonu açıyor. “Alo” … “Merhaba anne. Nasılsınız?” … “Ciddi misiniz? Şimdi nasıl? … “Evde mi?” … “Anladım. Nasıl olmuş?” … “Hay Allah. Çok geçmiş olsun” Bir şey oldu. İlk aklıma gelen, babam. Kalp krizi geçirmiş olmalı. Ama gündüz iki kere konuştuk iyiydi. Gece. Neden daha önce haber vermediler. Yüreğimin boğazımın ortasında çarptığını hissediyorum. Eşim telefonu bana uzatıyor. “Merak edecek bir şey yok. Sakin ol. Kardeşin küçük bir kaza geçirmiş.” “Ne?” Telefonu alıp sofradan kalkıyorum. Arka taraftaki Ömer’in odasına gidiyorum. “Anne. Ne oldu? Neden haber vermediniz? “Merak etme kızım. Kardeşin iyi.” Arkadan kardeşimin kalın sesi duyuluyor. “İyiyim, iyiyim.” Annemin sesi bitkin. “Gerçek...