Hangi Şehir Hangi Hikaye
Farsçadan alıp kullandığımız bir kelime şehir, eş anlamlısı “kent”. Nedense günlük kullanımda tercihimiz ilkinden yana. Sözlükleri karıştıracak olursanız “insanların toplu olarak yaşadığı yerleşim yerlerinden biri; idari ve mülki bakımdan köy ve kasabadan sonra en büyük olanı; tarım alanı olmayan kalabalık yerleşim birimi,” benzeri tanımlara rastlarsınız. Ama şehir aslında bu tanımların ötesinde şeyler ifade eder. Şehir uygarlıktır, ruhtur, aidiyettir, kimliktir. Özellikle batı dillerinde uygarlık anlamına gelen sözcüklerle akrabalığı vardır. Örneğin Yunanca'da "polis", Fransızca'da "cite", İtalyanca'da "citta", Almanca'da "stad", Latince'de yurttaşlık anlamındaki "urbs" ve "civitas" sözcükleriyle tanımlanır. Hatta Arapça'da "medine" sözcüğüyle.
Bir şehre ilk kez gidiyorsanız kapıları, surları, kaleleri, sarayları vardır sizi bekleyen. Koca levhalarda, küçük broşürlerde kimlerin, ne zaman gelip de oraya yerleştiğini anlatırlar, kimlerle savaştıklarını, ne acılar çekildiğini ve sonunda nasıl başardıklarını. Ama aslında anlatılan şehrin hikâyesi değildir bana göre o şehirde yaşayanların yazdığı hikâyedir. Şehrin hikâyesi herkese göre değişir.
Gizlediği, gösterdiği, dışladığı, içine alıp hapsettiği kavramlarla tanırız şehirleri ve her bakışla başka bir hikâye anlatır bize. Ben yabancısı olduğum bir şehri en çok terk edilmiş yerlerinden tanımaya çalışırım. Metruk binaları, viran duvarları, boşaltılmış köyleri çok şey söyler. Zamanın törpüsüne yenik düşmüş de olsalar tüm yaşanmışlıkların izlerini saklarlar gören gözler için. Şehri var eden, ona kimliğini ve ruhunu kazandıran insan aynı zamanda kendinden önceki izleri silmek için elinden geleni yapar. İnsan ve zaman tüm kudretiyle geçmiş yaşamların üzerine bir örtü örter. Bulunduğumuz yeri kendimizin yapma çabasıdır bu, yeni taşındığımız bir evin kapısına ismimizi yazmak gibi.
Dünya edebiyatına şöyle bir göz attığımızda da şehirlerle anılan yazarlar gelir aklımıza, bir şehri tanımak demek o yazarlarla şehrin sokaklarında dolaşmak demektir benim gibi hikayelerin peşinde koşanlar için. Derler ki Dublin bugün yıkılsa Ullysses’e göre yeniden inşa edilebilirmiş. Henüz görmedim, söyleyenlerin yalancısıyım ama düşünmesi bile keyif veriyor. İstanbul için böyle bir ifade asla kullanamayacak olsak da onu anlatan, yaşayan, yaşatan eserler sayesinde şehirle ilişkimiz içinde yaşamanın ötesine geçiyor. İstanbul içimize işliyor, kök salıyor, bizi ölümsüzlüğüne hapsediyor. Gerçek şu ki her yazar hatta her eser farklı bir İstanbul anlatır bize. Sait Faik’in İstanbul’u ile Tanpınar’ın İstanbul’u birbirinden farklıdır, Mario Levi başka bir İstanbul anlatır, Jale Sancak başka bir İstanbul, Orhan Pamuk başka bir İstanbul.
Peki, biz zavallı okurlar bunca İstanbul arasından hangisinin peşinden gideceğiz? Bana göre dostlar biz aslında hikâyenin ve o hikâyeye yakışan şehrin peşinden gideceğiz. Her hikâyede o şehrin başka bir yüzünü başka insanlarını başka zamanlarını tanıyacağız. Daha önce bilmediğimiz sokaklarda dolaşıp duymadığımız söylenceler dinleyeceğiz, tanımadığımız insanlarla karşılaşacağız. Zaten bir şehri şehir yapan, onu kalbimize mıhlayan da insanları ve hikâyeleri değil mi?
Thin Cities 4: Sophronia by Matt Kish
http://www.johncoulthart.com/feuilleton/2015/07/03/seeing-calvino-invisible-cities/
Bir taraftan da edebiyat bize öyle büyülü bir dünya sunar ki kimi kitaplarda okuduğumuz şehirlerin ya da ülkelerin gerçekte var olmadıklarını biliriz ama öyle güçlü öyle inandırıcıdır ki yazar öyle bir hayal kurup yazmıştır ki inanmamak elimizden gelmez. Italo Calvino, Görünmez Kentler’de anlattığı elli beş şehirle gönlümüzde taht kurar. O kentlerin her biri hem sizin kentinizdir hem de Kubilay Han’ın ele geçirdiği kentlerden biridir ama bir yandan da Marco Polo’nun Venedik’idir. Necip Mahfuz, tüm şehri hatta tüm dünyayı değil bir kente bir sokağa sığdırır da kitap bittiğinde sokaktan bir türlü çıkmadığımız aklımıza bile gelmez. Cortazar ise Seksek’te önce Paris’in sokaklarında oyuna sokar bizi. Aşıklar önceden sözleşmeksizin o gün sokaklardan birinde karşılaşmayı, buluşmayı umarak dolaşırlar. Seksek oyunu tuzaklarla dolu bir başka kentte sona erer.
Bazen de yazarın anlattığı şehri gidip kendi gözlerinizle görmek istersiniz, dere tepe düz gider bir de bakarsınız ki kelimelerle resmedilmiş o muhteşem şehir hiç de size anlatıldığı gibi değil ya da sizin hayalinizdeki gibi değil. Marifet kimdedir? Bakanda mı, görende mi, anlatanda mı, okuyanda mı? Yanıtını herkes kendine göre versin.
Önemli Not: Fotoğrafların anılan şehirlerle ilgisi yazana anımsattıklarında gizlidir :)
Yorumlar
Yorum Gönder