Kimin Hikâyesidir Anlatılan?



Bahar kapıyı çalıp mimozalar etrafı sarıya bürüdüğünde ada seferleri de hızlanır. Ben de her bahar yolumu adalara düşürenlerdenim. Hepsini ayrı severim de Burgaz Ada'nın yeri bir başkadır okur yazar takımı için. Burgaz Ada demek Sait Faik demektir; kuşlar, balıklar,balıkçılar, deniz, güneş, rüzgâr demektir; bin öykü, bin bir kelime, bir sızı, İstanbul demektir.

Sait Faik Abasıyanık tutkun olduğu yazma işine hayatı boyunca üç kez ara verir: İlkin babasının ölümü, ikinci olarak Medarı Maişet Motoru'nun toplatılması ve son olarak hastalanması... Toplatılmasıyla yazarını yazmaya küstürecek kadar önem taşıyan Medarı Maişet Motoru'nun hikâyesi nedir peki?

*** Bu yazı romanın özeti değildir ya da konusu hakkında okuyana pek fikir vermeyebilir ki buna özellikle dikkat edilmiştir. Belki bu romanı okumaya özendirebilir  ya da okuduysanız biraz daha derinden bakmaya yarayabilir.***



Öyküleriyle insanı ve doğayı anlamayı ve anlatmayı bir yaşam biçimi olarak gören Sait Faik insana, erdeme, iyiliğe sımsıkı sarılma çabasındaydı. Burgaz Ada'daki yaşama, çalışkan ve dürüst insanların çabalarına, yardımseverlik ve iyiliklerine tanık oldukça insanlığa dair umudu çoğalıyordu.
“Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya."
Sözleriyle aslında özlemini çektiği yaşamı hikayelerinde tarif ediyordu.

Dört bölümden, neredeyse dört ayrı hikayede oluşur roman. Her bölüm kendi içinde bir adadır ve kendi kahramanlarının hikâyelerini anlatır. Sait Faik'in sesi zaman zaman bir anlatıcı olarak duyulsa da Melek, Hikmet, Ali Rıza, Fahri üzerinden okuruz anlatılmak isteneni.
Birinci bölümde Berber Dimitro'yu, Ali Rıza ile kızı Melek'i ve evlatlık olarak yanına aldığı Hikmet'i tanırız Burgaz Ada'nın sokaklarında. Tam onların hikayesinin izini sürerken ikinci bölümde bu kez İstanbul'un Maçka semtinde bir burjuva ailenin salonuna konuk oluruz. Bu bölümün karakterleri de bu kadar değildir. Yerler ve mekanlar değişir, Fahri dayısının yanına Adapazarı kırsalına doğru giderken Dalgıç Ragıp ve daha sonra Öğretmen Asım ile tanışırız. Bu iki karakter yazarın hayal ettiği dünyayı, onun güzel insanlarını resmederler ikinci bölümde.
"Acaba bütün insanların hayatı da bu şekilde birtakım kopuk, yarım şeritlerden mi ibarettir? Romanlarda olduğu gibi bir başlangıç, bitiş arzu ediyordu. Her yarım şey yahut her bütün fakat az şey, onda inkisarlar, hüzünler yaratıyordu. Fakat yine de düşündü ki bu yarım şeylerdir ki ona yeni yeni yaşamak hamleleri vermiştir. Fakat ne de olsa fahri bir maceranın, bir romanın, başlayıp biten bir vak’anın içine kendini atmak istiyordu."
Uykuya dalmadan önce Fahri'nin zihninde yankılanan bu sözler, metnin yazarı tarafından
kahramanına bahşedilen bir farkındalıktır. Fahri de içinde yer aldığı hikâyenin bir parçasıdır ve o hikâye de aynı hayat gibi sonu belirsiz, yarım, kesintili birtakım insanların hikâyeleriyle doludur. Bu hikâyeler bazen birbiriyle kesişir bazen teğet geçer bazen de birbirlerine hiç değmeden, birbirini fark etmeden geçip giderler yaşamdan. Birbirlerine  dokunan ya da dokunmadan geçip giden bu hayatlar ve hayat hikâyeleri, metnin içinde birbiri ardına gelerek okura zengin kurmaca yaşamlar sunar. 
Üçüncü bölüme geçtiğimizde Fahri ile Melek'in yollarının kesiştiği zamanın içinde buluruz kendimizi. Her hikâye gibi bunun da doğru, yanlış, anlaşılmamış, yanlış anlaşılmış tarafları vardır. Fahri de Melek de kendi hikâyelerini anlatamazlar bir türlü ama bu arada gözden kaçan, hep geride duran Hikmet'in hikâyesi yavaş yavaş kendini dokur. Dördüncü bölümde Hikmet'in hikâyesi diğer bütün insanların hikâyesini içine alır.
Medarı Maişet deyiminin anlamı "geçim aracı" olarak geçiyor sözlüklerde... Belki "ekmek teknesi" demek de yanlış olmaz. Bir türlü dümenine geçemedikleri bu tekne, kahramanların yaşam mücadelesini de simger. O mücadele tıpkı insanın denizle/doğayla mücadelesi gibi tüm ağılığıyla kahramanların omuzlarına çöküp onları savurup atar. Yine de yaşam devam ettiği müddetçe insanın hayalleri de, umudu da tükenmiyor.
Her bölümde okurun içine girdiği metin tam anlamıyla bitip sona kavuşmadan yazarın noktayı koyması "insan var olduğu sürece hikâyesi de devam edecektir" fikrini güçlendiriyor.
Romanın dört bölümü farklı hikayelerden, değişik karakterlerden oluşarak bütünlüklü bir hikâye/roman görüntüsü vermese de yazar duygusal bütünlüğü yakalayarak metne roman karakterini kazandırmış.
Bir diğer açıdan bakıldığında "yazmak edimi" de Sait Faik Abasıyanık için bir medarı maişet motorudur, yazmaktan başka bir biçimde hayatını kazanma yoluna gitmemiş ve o tekneyi yüzdürmek için mücadele etmiştir.
Kimin hikâyesidir anlatılan?


Sait Faik Abasıyanık

1905 yılında Adapazarı'nda tüccar Mehmet Faik Bey ile şehrin ileri gelenlerinden birinin kızı Makbule Hanım'ın bir oğlu oldu. İsmini Mehmet Sait koyarlar. Mehmet Sait, yabancı dilde eğitim yaptığı için halk arasında "gavur mektebi" diye anılan bir özel okula gönderildi. Abasızzadeler ya da Abasızoğulları olarak anılan aile Mehmet Bey'in tayini işleri tayini sebebiyle 1910 ile 1913 arasında Karamürsel'de yaşar. O dönemde "haşarı bir burjuva çocuğu" olduğunu söyleyen Sait Faik'i arkadaşları da "Abasızın Mançuko" diye çağırırlardı. İlkokulu bitirdikten sonra Adapazarı İdadisi'ne devam eden Mehmet Sait'in ailesi, 1920'de Yunan işgali sebebiyle diğer akrabalarıyla birlikte önce Düzce'de, ardından Bolu'da ve son olarak da Hendek'te yaşadı. Bu dönemde eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Soyadı Kanunu çıktığında, oğullarının isteğiyle  Abasıyanık soyadını alan aile çocuklarının eğitimi için İstanbul'a taşındı. Daha sonra Sait Faik ismini alacak olan Mehmet Sait ve kırk bir arkadaşı Arapça öğretmenleri Seyit Salih Efendi'nin sandalyesine iğne koyduğu için okuldan atıldılar. Öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamlayan ve ilk öyküsü olan İpekli Mendil'i bu okulda, edebiyat dersi ödevi olarak yazan, "sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız" olarak tanınan yazarın parlak bir eğitim hayatı olmadı.
Liseyi bitirip İstanbul'a döndükten sonra yazmaya devam etti, yazdığı hikâyeleri ve şiirleri çeşitli dergilere, gazetelere gönderdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne iki sene devam ettikten sonra Uygurca öğrenmek istemediğini söyleyerek okuldan ayrıldı. 1929'da Uçurtmalar isimli hikâyesi Milliyet Gazetesi'nde yayımlanmış. Sait Faik, İstanbul Üniversitesi'nde okuduğu dönemde sıklıkla  Beyoğlu'nda dolaşması, evinin ve okulunun yakınındaki Şehzadebaşı kıraathanelerine gitmesi sayesinde sanat ve edebiyat çevreleriyle tanışmaya başlamıştı. 9 Eylül ile 23 Eylül 1930 tarihleri arasında, on öyküsü ve bir yazısı Hür Gazete'de yayımlanmıştı ama daha sonra bu öykülerin hiçbirini kitaplarına almadı.

1931 yılında babasının isteğiyle iktisat eğitimi almak için gittiği Lozan'da on beş gün kalıp sıkıcı bularak terk etti. Fransa'ya Grenoble'a giderek Fransızca öğrenmek için Champollion Lisesi'ne devam ettikten sonra üç dönem boyunca Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. Orada bulunduğu günlerde Paris'e, Lyon'a, Strazburg'a gitti. 1934 yılında onların isteğiyle Nişantaşı'nda Rumeli Caddesi üzerindeki Rumeli Apartmanı'na yerleşmiş olan ailesinin yanına döndü. Sait Faik, İstanbul'a döndükten sonra, Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başlamıştı ama okula sürekli geç kalıyor, geç kaldığı süre hesaplanarak maaşından kesiliyordu. Öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması sebebiyle okul idaresiyle arasında geçen tartışma, disiplin sorunları nedeniyle öğretmenlikten ayrıldı. Babası, onun için bir zahireci dükkânı açmış ve ortaklarından birini de oğluyla birlikte çalışması için dükkâna yerleştirmişti ama Sait Faik, işlerle ilgilenmediği için altı ay sonra dükkânı babasına boş olarak teslim etti.
Bu günlerde giderek yazmaya ağırlık verdi, André Gide'den çeviriler yaptı. Fransa anılarından oluşan öyküleri Varlık Dergisi'nde yayınlandıktan sonra, 1936'da babasının desteğiyle ilk hikâye kitabı Semaver yayımlandı. Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra Hallaç isimli öyküsünde anlattı. Yazmaya devam etti ama bir mektubunda kendisinin bahsettiği gibi aylaklığı sebebiyle yazdıklarını orada burada unutuyor aynı zamanda da yazdıklarının okunmadığını düşünerek küskünlük yaşıyordu.
Ruh sağlığının uygun olmadığını gösteren bir rapor alarak askerlik görevini yapmadı.  Bu raporun ne için, ne şartlarda verildiği bilinmemekle birlikte Sait Faik'in  bir kavga sırasında söz konusu raporu cebinden çıkarıp Aziz Nesin'e gösterdiği biliniyor.


1938 yılında, babası Burgaz Ada'daki köşkü satın aldı ve Mehmet Faik Bey, 29 Ekim 1938'de bu köşkte bronşit sebebiyle vefat etti. Sait Faik, babasının ölümünden sonra kışları Nişantaşı'nda, yazları ise Burgaz Ada'da yaşamaya başladı. 1939 yılında on altı hikâyeden oluşan ikinci kitabı Sarnıç yayımlandı. 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da yer alan Çelme isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi. Bu öykü kitap yayımlanmadan önce ilk olarak Kurun gazetesinde, ikinci olarak ise Varlık Dergisi'nde yayınlanmıştı. Sait Faik, 10 Eylül 1940'ta yapılan duruşmaya katılmak üzere Ankara'ya giderken yanında annesi Makbule Hanım vardı. Orhan Veli Kanık, Abasıyanık'a o dönemde yazdığı bir mektupta "... bu arada Çelme hikâyesini buldum ve okudum ve başına bu işi açanlara küfrettim. Harika hikâye azizim..." diye yazarak destek oldu.Sonuçta, yazar davadan beraat etti ama annesi yazma hevesinin başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığını söyleyerek oğlunun yazarlığa devam etmesine karşı çıktı.

Bu davanın ardından Sait Faik uzun süre kitap yayımlamadı. Bir işle uğraşmak için Haber-Akşam Postası isimli gazete adına muhabirlik yaptı. Mahkemelerde röportaj yapan yazar, bu işe bir ay dayanabildi; 28 mahkeme röportajı yazmıştı. Öykü tadındaki bu yazılar 1956 yılında Mahkeme Kapısı ismiyle kitaplaştırıldı. 1940 ile 1948 yılları arasında dergilerde öyküleri yayınlandı. 4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında Yeni Mecmua dergisinde tefrika edilen Medarı Maişet Motoru'nu 1944 yılında kitap olarak bastırmaya karar verdi. Fakat, hiçbir yayınevi kitabı yayımlamayı istemedi. Annesinden aldığı parayla kitabı bastırabilmesi için Yokuş Kitabevi'nin sahipleri Agop Arpad ve Burhan Arpad yardımcı oldu. Medarı Maişet Motoru, kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı. Sait Faik, Medarı Maişet ismini ilk kez Vakit Gazetesi'nde yayınlanan Bir Balık Avı Hikâyesi'nde kullanmıştı. Kitap, 1952 yılında, Varlık Yayınları tarafından yeniden basılırken, Abasıyanık, kitabın ismini Birtakım İnsanlar, romanda geçen Medarı Maişet Motoru'nun ismini ise Ceylan-ı Bahri olarak değiştirdi. Medarı Maişet Motoru'nun ilk baskısından sadece 99 adet satılabildi.

Çelme davasının ardından Medarı Maişet Motoru da toplatılınca, yazarın yazın hayatı bir kere daha yavaşladı. Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak geziyordu. Beyoğlu'na sık sık gittiği bu dönemde Şişli'de Bulgar Çarşısı Kırağı Sokak'taki (artık Nakiye Elgün Sokak) evleri İkbal Apartmanı'nda kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında adaya annesinin yanına dönüyordu. Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayımladı. Abasıyanık, kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yazdığı günlerde ona isim bulamamıştı. Bu öyküyü okuyan Yaşar Nabi Nayır, daha önce Sabahattin Ali'den duyduğu "Lüzumsuz Adam"ı önerdi. Bu ismi çok beğenen Sait Faik, onu, hikâyesinde kullandı.

1948 yılında siroz teşhisi konmuştu. Bunun üzerine çok düşkün olduğu içkiyi kesip perhize başladı. Arada sırada gelen sıkıntıları ve tehlikeli krizleri de bu yolla atlatmaya çalıştı. Sık sık doktorlara da görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine 1951 yılında Fransa'ya gidip orada tedavi olmaya karar verdi. Ama Paris'te sadece beş gün kalıp, İstanbul'dan uzakta öleceği ve tedavinin ağırlığının korkusu ile geri döndü. Paris'teki doktorlar, Sait Faik'e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı. Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen, Abasıyanık, aynı zaman yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçirmeye başladı. Aynı yıl Havada Bulut, Kumpanya ve Havuz Başı isimli kitapları yayınlandı. Yazılarında ölüm teması görülmeye başlandı. İlk zamanlar oyalanmak için sık sık resim sergilerine, şiir toplantılarına ve tiyatroya giderken daha sonraki günlerde, çok sevdiği İstanbul'dan nefret etmeye başladı. 1952 yılında Son Kuşlar'ı yayınlandı.



1953 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü yazara onur üyeliği verdi. Sait Faik'ten önce Türkiye'den Mustafa Kemal Atatürk'e verilen bu ödülü almasına kimileri karşı çıksa da yazar ödülü sevinerek kabul etti.
"Demek ki şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek."
Yine 1953 yılında, Kayıp Aranıyor isimli romanı ve Şimdi Sevişme Vakti isimli şiir kitabı yayımlandı. 1954 yılında ise Alemdağ'da Var Bir Yılan ile Georges Simenon'dan çevirdiği Yaşamak Hırsı isimli kitap çıktı. Tedavisini yarım bıraktığına pişman olmuştu. 23 Ocak 1953'te Paris'e gidebilmek için bir kere daha pasaport aldı. Ama bu pasaportu hiç kullanamadı. 5 Mayıs 1954 günü yaşadığı krizden sonra hastaneye kaldırıldı ve 11 Mayıs'ta vefat etti. Cenazesi 12 Mayıs 1954'te Şişli Camii'nden kaldırılarak Zincirlikuyu Mezarlığı'na götürülürken, Abasıyanık'ın isteği üzerine Kırağı Sokağı'ndaki evlerinin önünden geçirildi.





Yorumlar

  1. Bir solukta okudum yazınızı. Sait Faik hikayelerini çok severim. Hele Hişt Hişt hikâyesi çok başkadır. Bu kitabını da çok merak ettim. Yaşam öyküsü için de teşekkürler. Nevi şahsına münhasır harika bir yazarmış.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, yazdıklarımın okunduğunu ve beğenildiğini bilmek güzel.
      Edebiyatın sımsıcak dostluğuyla :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye