İstanbul'larım...
Bence İstanbul’u en güzel Orhan Veli anlatmış;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir de türkü tutturmuş ki şair Urumelihisarı’nda, sormayın gitsin…
İstanbul’un sesleri; sucunun ve yoğurtçunun çıngırakları eşliğinde nağmeli bağırışları, vapur düdükleri, tren düdükleri, makamıyla okunan ezan sesleri, çan sesleri, kumruların, güvercinlerin, serçelerin seslenişleri, dalga sesleri ve denizden esen rüzgârın sesi…
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir de türkü tutturmuş ki şair Urumelihisarı’nda, sormayın gitsin…
İstanbul’un sesleri; sucunun ve yoğurtçunun çıngırakları eşliğinde nağmeli bağırışları, vapur düdükleri, tren düdükleri, makamıyla okunan ezan sesleri, çan sesleri, kumruların, güvercinlerin, serçelerin seslenişleri, dalga sesleri ve denizden esen rüzgârın sesi…
Benim İstanbul’um her yaşımda farklı, her zaman fettan, hep baskın, örseleyen… Çocukluğumdan İstanbul’a ait ilk hatırladığım troleybüsler, ben tramvaylı yıllara yetişemedim ne yazık ki. Arka kapıdan binilen ve kapının hemen yanında oturan biletçiye, tahta kapaklı kutunun içindeki biletlerden kestirilen belediye otobüsleri… Vapurlar, sesleri denizin üzerinde yankılanan, biraz kenara, köşeye oturdunuz mu kakalaklarla yoldaşlık edebileceğiniz, bir yudum sıcak çay eşliğinde akşam gazetelerinin okunduğu, eski kokan ve sert lodos dalgalarıyla gıcırdayan… Boğaz Köprüsü, üzerinde her geçişte seyirlik lezzetler sunan, yolların başlangıcı ya da bitişi… Annem ve babam Florya Plajı’ndan ailece denize girdiğimizi anlatırlar, ben hatırlayamıyorum. Ama siyah beyaz fotoğraflardan izliyorum o keyfi. Benim hatırladıklarımdan biri de Ataköy’deki evimizin bahçesinden topladığım papatyalar, şimdilerde yalnız yol kenarlarında görebildiğiniz ya da çiçekçilerden satın alabildiğiniz. Papatyaları toplarken geçen trenlere el sallayışım neşeyle. Kız Kulesi var bir de hatırlayabildiğim; büyülü, esrarlı, masallardan çıkmış, içinde prenseslerin yaşadığı, kimsenin ulaşamadığı, içinde yaşamayı hayal ettiğim.
İlkokula Erenköy’de başladım. İstanbul’dan ayrılmadığımızı biliyordum ama farklıydı işte… Sanki zamanda değişmişti, şehir de değişmişti. Oturduğumuz apartmanın karşısında bir köşk vardı, haşmetli, vakur, yıprak. Kim bilir kimler gelip geçmişti içinden ve kim bilir hangi müteahhidin elinde yıkılacaktı. Biz çocuklar okuldan sonra bahçeye çıkar, koskoca ağaçlara tırmanırdık, ikinci kattaki evimizin balkonuna ceviz ağacının dalları uzanırdı. Otopark yapmak için beton dökülmeden önce, apartmanın bulunduğu yerde eskiden var olan köşkün havuzundaki kuru yapraklarla oynardık.
Sonra büyümeye başladım, İstanbul’da benimle birlikte büyüdü hatta benden daha hızlı, benden daha çok büyüdü. Birlikte değişip olgunlaştık. Güzelleştik mi bilmiyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda karmaşaydı İstanbul. Bahçesinde oynadığımız köşkler bir bir yıkılıp gitti, yeni yüzler, yeni âdetler, yeni yasaklar, yıkımlar ve birden bire ortaya çıkan kargacık burgacık evler, yaşamlar…
Üniversiteye başladığımda İstanbul özgürlüğümü verdi bana. Özgürlüğün kendisi oldu benim için. Keşfedilecek bir mâbeddi o artık. Erenköy’den Urumelihisarı’na gidiyordum her gün. İlk zamanlar servis otobüsünün penceresinden seyrederek sonra kendim tanıyıp keşfederek. İstanbul Boğazı’ydı ilk gönlümü fetheden, Sarıyer’den Karadeniz’e baktım ve sırayla dolaştım koylarını. Bir sabah Kireçburnu’nda sıcacık bir çay ve fırından yeni çıkmış poğaçayla nefesim deniz kokarak yaptım kahvaltımı. Bebek sahilinde salına salına yürüdüm, saçlarımı savurarak ve her konuda ahkâm da bulunarak. Taksim’de, Beyoğlu’nda bir nabız gibi attığını gördüm bu büyülü kentin. Tarihi yarımada içinde köklerimle buluştum, gururlandım, sahiplendim, hüzünlendim. Burgaz Ada’da Sait Faik’le buluştum, Büyük Ada’da faytona bindim, atların rahvan yürüyüşleriyle güzelim evleri seyrederek. Anadolu Kavağı’nda balık-ekmek yedim peşim sıra dolaşan kedilerle. Sonra alışveriş merkezleri sardı dört bir yanımızı. Her birinde aynı mağazalar, aynı kalabalık, bir telaş ki anlatılmaz…
Şimdi yine bir başka İstanbul var benimle yaşayan. Hep yetişmek zorunda olduğum, koklayıp, seyredemeden içinden akıp geçtiğim, özlediğim İstanbul. Ahhh İstanbul!!! (Eylül 2010)
Yorumlar
Yorum Gönder