Aynadaki Işık
Soğuk bir kasım sabahı, ağaçlar yapraklarının çoğundan
vazgeçmiş, havada yağmur kokusu var. Tüm şehir telaş içinde; kimi işe kimi
okula yetişmeye çalışıyor. Trende işçiler, gündelikçi kadınlar henüz bir önceki
günün yorgunluğunu atamamışlar üzerlerinden, çoğu sabah bir bardak çayı bile
bitiremeden çıkmış evinden. O’nun bir yere yetişmek için acelesi yok ama
yılların alışkanlığıyla koşar adım yürüyor yine de. Tren garıyla tramvay durağı
arasındaki elli metrelik yolu bile aceleyle alıyor, trenin kalabalığından
tramvayın kalabalığına karışıyor. Kalabalık, her yer çok kalabalık, artık hiç
yalnız kalamadığını düşünüyor. Dükkânda bile rahat bırakmıyorlar onu. Her
köşeden biri sesleniyor sanki. Tramvay, Çarşıkapı durağına yaklaşırken elini
cebine atıyor, dükkânın anahtarlarını sımsıkı tutuyor. Tramvaydan inince büyük
deri mağazasının yanındaki yokuştan aşağı doğru bırakıyor adımlarını, beş
dakika sonra kapıyı açmış olacak. Bugün sobayı yakmak gerek diye düşünüyor,
akşama doğru hava iyice soğur.
Dükkânın içine gümüş oksit, zift ve eskilerin kokusu
sinmiş. Her sabah bu koku ve karşı duvardaki pembe ayna günaydın diyor ona.
Tahir Usta, her sabah o pembe aynaya bakarak içiyor ilk çayını ve kendi
günahlarıyla yüzleşiyor tekrar tekrar. Demlenen çayını keyifle dolduruyor
bardağına, demliği indirip ocağın üzerine gümüş oksit teknesini yerleştiriyor.
İskemlesini alıp kapıdan içeri doğru oturuyor. Sıcak çayla ısınırken, sabah
serinliğinin keyfini çıkarıyor. Çay bardağının dibindeki son yudumu alır almaz,
akşamdan hazırladığı tezgâhın başında alıyor soluğu; kristal cam, tezgâhta
hazır, temizlenmiş, gümüş oksit eriyip kıvama gelmiş, zift de ocakta sırasını
bekliyor. Gümüşü alışık olduğu yavaş, ahenkli hareketlerle, ustalığın verdiği
güvenle döküyor camın üzerine. Gümüşün camın üzerine yayılışını, onu kavrayıp
örtüşünü izliyor. İşini tamamlayıp doğrulurken sırtındaki bütün kemiklerin
yerlerini de hissediyor. Kasım ayı soğuk geçiyor. Elektrikli plastik cezvede
yaptığı kahvesini fincana döküp kapının önündeki eski tahta iskemlede yerini
alıyor. Artık bekleme vakti. Gümüş soğuyup da camla bir olana dek bekleyecek.
Bu sırada dükkân da kalabalıklaşır, geleni gideni çok olur Tahir Usta’nın.
Kahvesinden bir yudum alıp pembe aynaya doğru bakıyor.
Eşi Nergis Hanım’ı görüyor elinde tatlı tepsisiyle. Pembe ayna yapmayı nasıl
keşfettiğini anlatıyor Nergis Hanım’a. Yeni yetme iki âşık gibi sarılıp
kıkırdaşıyorlar. Konsolun üzerindeki aynada kendi hallerini görüp utanıyorlar.
Ertesi gün o büyük mobilya mağazasına pembe aynayı anlatacak Tahir Usta. Çok
heyecanlı, ah bir de anlaşırlarsa… Hemen bir ev alacak, Nergis Hanım’ın
istediği gibi mutfağı büyük, banyosunda küveti olan bir ev. Pembe aynaya
bakıyor Tahir Usta. Bir daha hiç yapamadığı, satamadığı, kimseye anlatamadığı o
pembe aynaya bakıyor. Nergis Hanım kırgın, kızgın, ona bir daha hiç sarılmıyor.
Soğuyan kahvesini bir dikişte içiyor Tahir Usta. Heyecanla sigara paketinin
üzerine karaladığı pembe sır, nasıl da sırra kadem basmıştı son kez içtiği o
gece. O geceden beri içki koymuyor
ağzına ama Nergis Hanım’ın affetmesi için yeterli değil ki bu, o pembe sırla
birlikte umutlarını ve karısını da kaybetti. Gümüş henüz tutmadı, daha vakit
var. Dükkânın önüne biriken yaprakları süpürüyor. Nergis Hanım’ı düşünüyor
hala; keşke eskisi gibi konuşup dertleşebilseler, onu affetse bir kez daha,
sadece evinin kadını değil onun da karısı olabilse yeniden.
Dükkânın önü yapraklardan temizlendi. Vitrinin önünde
durup içeri bakıyor, sağ duvarda asılı altın varak çerçeveli büyük oval aynaya
gözü takılıyor. Babası orada… Onu çağırdığını duyunca koşar adımlarla içeri
giriyor. Uzun boylu, heybetli bir adam babası Hasan Usta… Birkaç yıldır okuldan
sonra gelip ona çıraklık yapıyor Tahir. İşe eli yatkın, becerikli bir çocuk ama
babası onu hiç şımartmıyor. İlk günlerde dükkânın önünü ve içini süpürmekle
başladı işe ama şimdi camları işleme hazırlıyor. Kendini işe yarar, akıllı,
becerikli hissediyor. Babası yaptığı işi beğenince sadece başını okşuyor ama
hiç gülümsemiyor. Annesi aynacı olmasını istemiyor, okusun adam olsun, devlet
kapısında bir iş bulsun diye dua ediyor. Ama Tahir babası gibi aynacı olmak, bu
dükkânda babasıyla çalışmak, Tahir Usta diye saygı görmek istiyor. Babasının
dediği gibi, aynacı olmak sanatçı olmak demektir, diyor kendi kendine. Babasının
yaptığı bu son aynayı satmaya eli varmıyor Tahir Usta’nın. Onu dükkânın
duvarına asıyor, babasının son sanat eseri olarak saklıyor. Gümüş tuttu, sıra
ziftini dökmekte aynanın, ondan sonra rötuşlanıp temizlenecek ve iş bitecek.
Yeni bir sipariş gelene dek, küçük turistik işlerle idare edecek. Buna da
şükür… Bu devir de zanaatkâr olmak para etmiyor. Zifti döküp de sıra beklemeye
geldiğinde acıktığını hissediyor. Akşam yatmadan önce ekmekle hazırladığı
sandviç ve bir bardak çayla karnını doyuruyor. Ara sıra dükkânın önünden geçen
esnaf arkadaşlarla selamlaşıyor. Bazısı başını kapıdan içeri uzatıp hal hatır
soruyor, bazısı aceleyle geçerken el sallamakla yetiniyor.
Her sene bir öncekinden hızlı tükeniyor. Yıllar kopup
dağılan bir kolyenin incileri gibi savruluyor. Sinem’in doğduğu günü hatırlıyor
Tahir Usta. Onu kucağına verdiklerinde, kocaman ellerinin içinde küçücük
kalmıştı, doğduğu anda bile çok güzeldi kızı, tek evladı, canı. Gözlerini
kapatıp kızını düşünüyor, kim bilir gelinlik ne yakışacak kızına, bahtı da yüzü
gibi güzel olsun diye dua ediyor. Başını çevirip yeni döktüğü aynaya bakıyor;
kızı için de bir ayna dökmeli, kendisi için hem de. Gün olup kızını o aynadan
izleyecek, Sinem o aynaya her baktığında onu görecek, onu aynanın ışığıyla
sevecek. Ne derdi babası Hasan Usta; “aynayı dökerken ruhunu da dökersin,
aynaya her bakan suretini senin ışığınla görür, o yüzden bu işi seveceksin,
yoksa bakan ne kendini doğru görür ne de senin aydınlığını.”
Kasım 2008
Yorumlar
Yorum Gönder