Günlüğüm - 12
Sabah kötü başlar bazen. Ve sonra her türlü aksilik üst üste biner. O günlerden biri uzanıyor önümde. İçimdeki patlama duygusundan arınmanın tek yolu yazmak. Ama nasıl ve neyi yazacağımı da bilmeden...
Beklenen kar düştü sokaklara, soğuk, ıslak, çamurlu bir gün daha başlıyor. Üstelik sabah göz kapaklarım neredeyse birbirine yapışmış bir halde kalkıyorum yataktan. Hiç işe gidesim yok ama gitmemek gibi bir seçeneğim de yok. Güzel oğlum mırıl mırıl sesler çıkarırken, işe geç kalacağımı bile bile onun koynunda beş dakika geçirmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Böyle günlerde kibar, işini bilen taksi şoförleri çıkmıyor sokağa nedense. En sinir bozucu olanları düşüyor yollara hani kurt puslu havayı sever misali. Kimse alınmasın ama bunlar kurt bile değil çakal...
Bir de cep telefonu meselesi var. Evde unutmuşum, olamaz mı? Olur, herkesin başına gelir. Ama yaptığım işle ilgili olarak telefonuma gönderilen güvenlik şifrelerine nasıl ulaşacağım. Kendime sinirlenmekle kalmıyor, bir de bu sistemi kuranları anıyorum. Eve geri dönüş... Henüz boğazımdan geçmeyen bir bardak çayın hayali gözlerimin önüne düşüyor. Yine taksinin içindeyim bu sefer ki yatarak kullanıyor arabayı ve tek elle! Arada da telsizden muhabbete katılıyor. Susuyorum. Söyleyeceğim her şey sinirlerime daha büyük bir basınç olarak dönecek biliyorum.
Evin kapısını açar açmaz koltuğun tepesindeki oğlumla karşılaşıyorum. Bu gün okula gitmeyecek. Beni görür görmez sızlanmaya başlıyor, anne ders çalışmasam olur mu? Öpüp, başını okşuyorum. Ona diyorum ki; zaten hafta sonu ödevin belli değil, öğretmenin akşama mesaj gönderecek, sadece küçük hikaye kitaplarından birini oku. Yüzü değişiyor, gözleri çakmak çakmak, ağlamaklı cevap veriyor bana; çok uzun, okumak istemiyorum...
Bedenimdeki bütün kanın beynime toplanıp fışkırdığını hissediyorum. Lütfen, diyorum; telefonumu getir ve kendini topla, beni işe böyle uğurlama. Telefonumu getirip veriyor yüzüme bakmadan sonra, koltuğa gömülüyor. Aşağıda bekleyen taksiye zor atıyorum kendimi. Sakin ol, diyorum kendime... Bunlar küçük şeyler, işe git, bir bardak çay iç, aç bilgisayarını, bitecek, bugün de bitecek...
Beklenen kar düştü sokaklara, soğuk, ıslak, çamurlu bir gün daha başlıyor. Üstelik sabah göz kapaklarım neredeyse birbirine yapışmış bir halde kalkıyorum yataktan. Hiç işe gidesim yok ama gitmemek gibi bir seçeneğim de yok. Güzel oğlum mırıl mırıl sesler çıkarırken, işe geç kalacağımı bile bile onun koynunda beş dakika geçirmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Böyle günlerde kibar, işini bilen taksi şoförleri çıkmıyor sokağa nedense. En sinir bozucu olanları düşüyor yollara hani kurt puslu havayı sever misali. Kimse alınmasın ama bunlar kurt bile değil çakal...
Bir de cep telefonu meselesi var. Evde unutmuşum, olamaz mı? Olur, herkesin başına gelir. Ama yaptığım işle ilgili olarak telefonuma gönderilen güvenlik şifrelerine nasıl ulaşacağım. Kendime sinirlenmekle kalmıyor, bir de bu sistemi kuranları anıyorum. Eve geri dönüş... Henüz boğazımdan geçmeyen bir bardak çayın hayali gözlerimin önüne düşüyor. Yine taksinin içindeyim bu sefer ki yatarak kullanıyor arabayı ve tek elle! Arada da telsizden muhabbete katılıyor. Susuyorum. Söyleyeceğim her şey sinirlerime daha büyük bir basınç olarak dönecek biliyorum.
Evin kapısını açar açmaz koltuğun tepesindeki oğlumla karşılaşıyorum. Bu gün okula gitmeyecek. Beni görür görmez sızlanmaya başlıyor, anne ders çalışmasam olur mu? Öpüp, başını okşuyorum. Ona diyorum ki; zaten hafta sonu ödevin belli değil, öğretmenin akşama mesaj gönderecek, sadece küçük hikaye kitaplarından birini oku. Yüzü değişiyor, gözleri çakmak çakmak, ağlamaklı cevap veriyor bana; çok uzun, okumak istemiyorum...
Bedenimdeki bütün kanın beynime toplanıp fışkırdığını hissediyorum. Lütfen, diyorum; telefonumu getir ve kendini topla, beni işe böyle uğurlama. Telefonumu getirip veriyor yüzüme bakmadan sonra, koltuğa gömülüyor. Aşağıda bekleyen taksiye zor atıyorum kendimi. Sakin ol, diyorum kendime... Bunlar küçük şeyler, işe git, bir bardak çay iç, aç bilgisayarını, bitecek, bugün de bitecek...
Yorumlar
Yorum Gönder