Yıldızsız Kara Gözlü Kız
bugün
Sesler gölgelere karıştı, küçücük bir el uzandı. Öyle
narin ve yumuşacıktı ki sıkıca tutamadı, incitirim diye. Minicik el kaymaya
başladı avuçlarından. Karanlık yutmaya başladı ikisini de. Ellerinin üzerine
iri, nasırlı, güçlü eller kapandı birden. Tutmasına izin vermediler. Karanlık örttü
üzerlerini, korku boğazlarında düğümlendi.
Gözlerini açtı Hazal, boşluğa. Ellerinin arasından
sökülen minicik ellerin hasretine uyandı. Boynundan aşağı süzülen ter damlası
süt birikmiş taş gibi memelerini yaktı. Yavaşça doğruldu yatağında,
bacaklarının arasındaki sızıyı duymazdan geldi. Memelerinden akan sütü
bilmezden geldi. Kara Gözlü’sünü hatırlatan ne varsa bedeninden silip atmak
istedi. Hatice Ana hafif hafif horluyordu uykusunda, sağa sola dönerken
inliyordu. Herifi dövmüştü bu yaşta kadını, kim bilir neden. Anlatmıyordu.
Burada hiç kimse anlatmıyordu. Ona duyurmamak için uykusuzluğunu çıplak
ayaklarıyla pencerenin önüne geldi. Sertleşmiş tabanları soğuğu hissetmediler.
Ayın bulutların arkasından gelen cılız ışığı gecenin uğursuzluğuna yetmiyordu.
Rüyaları kadar kem ve umutsuzdu gece. Bir türlü avucunda tutamadığı o eli
düşündü... Pencerenin önünde yıldızsız gecenin karanlığına doğru bir masal
anlatmaya başladı. Bildiği bilmediği bir masaldı işte. Göremediği yıldızlara
doğru savurdu duyulmayan sesini, minicik parmaklar yakalasın istedi. Anlattığı
masal onun kulaklarında asılı kalsın istedi:
“Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur
saman içinde küçücük bir kız varmış. Anasının canı, babasının ciğeriymiş, sırma
saçlı, zeytin gözlü bir dilbermiş. Anası koynunda büyütmüş, babası başında
taşımış. Gün olmuş gelinlik çağa gelmiş, köyün yiğitleri kapıda sıraya girmiş.
Yok, demiş zeytin gözlü dilber kız, evlenip de bu yiğitlere yar olmam, tarlaya
ırgat olmam. Anam babam başım üstünde, yanlarında rahatım yerinde. Anası babası
dertlenmiş, bu kızı sultan ettik, yerinden yuvasından ettik, demişler. Köyden
geçen gezgin bir masalcı çeşme başında görmüş dilber kızı. Vurulmuş, varmış
kapısına kul olmuş. Bağım yok, bahçem yok, bir kuru damım, içindedir ocağım,
gezer dolanır hikâye anlatırım, yanıma eş, yoluma yoldaş ararım, demiş. Dilber
kız masalcıyı dinlemiş, sözlerini beğenmiş. El ele gezip köye köylüye, çoluğa
çocuğa hikâyeler bezemişler. Adları dilden dile dolaşmış, dilber kız yiğidiyle
mutlu yaşamış. Onlar ermiş murada, darısı benim kara gözlü kızımın başına.”
Masal bitti, ay kayboldu bulutların ardında, civar
binalarda yanan tek tük ışıklar da söndü birer birer. Sessizlik geceye ses
oldu. Suya hasret toprak gibi çatladı yüreği umutsuzlukla. Hasreti
dinmeyecekti. İçindeki sızı yıldızsız gece gibi gittikçe koyulaşacak, katran gibi bulaşacaktı dokunduğu her şeye.
Bisküvi kolisinin içinde, eski yeşil hırkasına sarıp
sarmalayarak tarlanın ortasındaki ağacın altına bırakmıştı sabah ezanından
sonra. İsimsiz, kara gözlü ve bahtsızdı… Uyanıp da sesini duymadan kaçıverdi
yanından, hiç öpmedi.
Güneş toprağa, ağaca, çiçeğe değdi de Hazal’a
erişemedi. Sofrayı hazır tutup Halil’i beklemeye başladı. Kapı açıldı, gözlerindeki
hınç yüzüne bulaşmıştı. Evi dolandı önce; o minicik elin bıraktığı izleri
aradı. Hiç konuşmadı, “ne yaptın” diye sormadı, Hazal’a bakmadı. Sofraya oturup
çorbasını kaşıkladı. Kalktı. Sedirde oturup bir sigara yaktı. İçi kabardı
Hazal’ın tırnaklarıyla paralamak istedi yüzünü. Ne istedin el kadar bebemden,
erkek olup sahip çıkmadın, diye suratına tükürüp tekmelemek istedi kocası
olacak adamı. Yapmadı Hazal, için için bir ağıt yaktı…
Dalgındı, çapayı her kaldırışında gözü ufuktaki ağaca
daldı. Bedenini toprağa kattıkça düşünceleri dağıldı, gözlerinden akan yaşlar
terine karıştı. Kimse fark etmedi ağladığını. Yorgunluk, hüzün, kimsesizlik
isyanın yerini aldı. Tarlada buldular onu. Halil birden yok oluvermişti. İki
jandarmanın arasında karakola giderken ilk kez güvende hissetti kendini. Kimse
alamazdı onu jandarmanın elinden.
Komutan Hazal’ı görünce kaşlarını çattı. Töre, dedi
kendi kendine.
-Çeltik’te tarlada bulduğumuz bebek senin mi?
-Benim komutanım
…
Daha senesi olmamıştı at üstünde gelin olalı, beyaz
gelinliği pek yakışmıştı simsiyah saçlarına, kırmızı ruj sürmüşlerdi
dudaklarına. Berdel de olsa Baran’ın gelini olmuştu, sevmişti kocasını. Sonra
töre ateşi yakıp kül etmişti evliliklerini. Atası boşayınca karısını, Baran’da
eliyle getirip bırakmıştı Hazal’ı babasının kapısına. Demek o sevmemişti Hazal’ı.
Halil’e vermişlerdi sonradan, yüzü nursuz, yüreği merhametsizdi. Eli de ağırdı
mendeburun. Gebe olduğunu anlayınca kursağında kaldı hevesi. Sevinç acı olup
çöreklendi döllerinde. Düşsün tutunamasın diye yalvardı ama ne bebek ne Allah
duydu sesini. Bebek kadersizliğine doğmaya karar verdiğinde o da “geldiğimde
burada olmasın” diyerek kimsesiz bıraktı Hazal’ı. Haykırmadan doğurdu bebeği,
yıldızsız kara gözlerine bakmadan emzirdi, usulcacık elini tuttu incitmekten
korkarak, yüzünü ezberleyemeden bıraktı ağacın altına.
-Bebek… Bebek iyi mi komutanım?
-Bebek yuvaya verildi kızım. O kadar çoksunuz ki hangi
birinizi kurtaracağız. Seni de kadın sığınma evine gönderelim.
Sabah ezanını duydu. Yıldızsız kara gözler için
okuduğu dua ezana karıştı. Sadece onun için diye düşündü. Artık sadece
yıldızsız kara gözlü bebek için dua edecekti. Gözleri acıdı, bebeğine nasip
olmayan süt gözyaşı gibi aktı memelerinden. Hazal pencerenin önünden ayrılmadan
önce kara gözlü kızı için güneşi ve yıldızları diledi.
Hatice Ana hala inliyordu. Uyku şehrin üzerinden
çekmemişti henüz nefesini. Hazal usulca banyoya girdi, abdest aldı. Yatağın
üzerindeki yorganı yere serip iki rekât namaz kıldı, kıbleyi bilememişti ama
Allah affeder dedi kendi kendine. Selam verip ayağa kalktı, yorganı katlayıp
yatağın üzerine bıraktı. Derin bir nefes aldı. Etrafına bile bakmadı beni gören
var mı diye. Gören olmadı. İpin bir ucunu merdivenin korkuluklarına bağladı
sıkıca. Önce aşağı baktı sonra boşluğa bir adım attı.
Haziran 2009
Yorumlar
Yorum Gönder