Kadife Perdeli Ev



Göz kapakları rutubetli bir soğuğa aralandı. Annesinin hırıltılı soluğunu dinledi, uyuyordu yorgun. Sararmaya yüz tutmuş kireç badanalı duvarlarda gezindi bıkkın nazarları. Çocukluğundan beri üzerinde yatıp uyuduğu divanın yayları gıcırdadı yorganına daha sıkı sarılırken. Pencereyi örten kahverengi kadife perdelere baktı. Geçen sene bulup getirmişti annesi. Ufacık pencerelere uydurmak için günlerce uğraşmış, kalın kumaşı dikerken parmaklarının ucu delik deşik olmuştu.  Oysa yarısı toprağa gömülü pencereler bu vakur kumaşın altında daha da eziliyorlardı. Büyüklenerek bakıyordu sanki onlara, hallerini yüzlerine vuruyordu her daim. Ben buraya ait değilim, diye bağırıyordu. Önemsemedi perdenin sessiz başkaldırışını, çöpe gitmeden önce burada iyice dökülene kadar asılı kalır ve o da diğerleri gibi alışırdı yoksunluğa. Eşyaların son durağıydı onların evi, çöpe gitmeden önceki son durak. Eprimiş, yer yer incelmiş, sarıçiçeklerinin benzi solmuş nevresimi sıyırdı üzerinden. Annesi uyanmadan önce süzüldü yataktan dışarı. Yosun yeşili, tüyleri top top olmuş hırkayı geçirdi sırtına. Yün yorganın altından çıkan ayakları buz gibi terliklerin içine girince kasıldılar ilkin, sonra eski terliğin dostluğunu anımsayıp sıcaklığı paylaştılar. Parmaklarının ucuna basarak mutfağa gitti. Yedi adım. Yattıkları odanın sağ tarafında mutfak dedikleri kapısı, penceresi olmayan bir oda vardı, sol tarafta tuvalet. Oda kapısının tam karşısında sokak kapısı, budaklı tahtadan, içeriden iki sürgü takmışlardı kendilerini kandırırcasına. Şöyle iri kıyım bir adam omuzlasa dalardı içeri. Hafiften bir endişe depreşince içinde, kim girecek ki buraya diye, alay etti güvensizliğiyle. Bir yanı duvara yaslanmış, dikdörtgen, eski, maun bir yemek masasından ibaretti mutfak tezgâhları, üzerinde iki gözlü bir ocak. Masanın üç yanına etek dikmişti annesi, bir parça muşambanın üzerinde, bu eteğin ardında dururdu kap kacak, tencere, tava. Biraz üzerinde üst üste iki raf, birinde tabaklar, diğerinde bardaklar. Sarı kapaklı, plastik turşu kavanozlarında erzakları, hemen ocağın karşısındaki duvara dizilmişlerdi. Ama buzdolapları vardı, o da kim bilir kimin eskisi. Çaydanlığı ocağın üzerine koyup peyniri, zeytini çıkarırken benden daha yaşlı diye düşündü. Eski yemek masasının hemen yanındaki küçük lavaboda birer domatesle salatalık yıkadı. Akşamdan kalan ekmeği dilimlerken, ocağın üzerindeki çaydanlıkta kaynayan suyun sesini duydu. Çayı demledi.
İstemeyerek girdi tuvalete, yerlere bakmamaya çalıştı. Işığı açar açmaz sağa sola kaçışan o simsiyah, kocaman mahlûkları görünce içi ürperirdi. Avuçlarını dağladı buz gibi su. Yüzü, elleri kızardı. Sular şimdiden soğumuştu, kış erken bastıracaktı bu yıl. Sırı dökülmüş, sağ alt köşesinden çatlamış aynaya baktı. Akşam banyo yapmalı diye düşündü. Yüzünü buruşturdu. Lavabonun etrafına gerilmiş muşamba örtünün arkasındaki kovaya sıcak su doldurup, alaturka tuvaletin üzerine yerleştirdikleri iki kalas parçasının üstünde yıkanırlardı. Arınmak bile meşakkatli bir işti onlar için. Bir kez daha baktı aynaya, aklından geçenleri bir kenara koyup gülümsedi kendi suretine.
Sessiz adımlarla gelip, yatağını örttü. Pantolonunu, gri süveterini geçiriverdi sırtına aceleyle. Apartmanın kalorifer boruları evlerinin içinden geçiyordu ama hava iyice soğumadan yanmazdı. Kolundaki saate baktı: Altıyı beş geçiyor. Çantasını eline alıp, annesine baktı. Mutfakta bir bardak çay doldurdu kendine. Bir dilim ekmek, iki zeytin ve ufalanmış iki parça peynir… Ayaklarına biraz da büyük gelen botlarını giyerken hala son lokmasını çiğniyordu. Sürgüleri açtı, kapıdan çıkmadan son kez ocağı kapatıp kapatmadığına göz attı. Çıktı…
Sokaktaki kamyonları görünce, bugün Perşembe diye geçirdi aklından. Pazar kurulurdu her Perşembe bu mahallede. Koşar adımlarla sokakları geçerken, bir yandan da cebinden öğrenci pasosunu çıkardı. Bu saatte tanıdık birkaç simadan başkası binmezdi şehrin öbür ucuna giden bu otobüse. Oturduğu koltukta montunun içine gömüldü iyice, gözlerini kapadı. Bu bahar mezun olmayı düşledi, uyuklamaya başlamadan önce. Kimya Mühendisi olacaktı. Kim yapabiliyordu ki mesleğini? Ne bulursam, dedi içinden; yeter ki para kazanabileyim. Annesine söz vermişti, okul bitmeden çalışmayacaktı. Hüzün yerleşmeden içine gözlerini kapatıp kendini otobüsün sarsıntısına bıraktı.
Okulun önündeki durakta indiğinde bir kez daha baktı kolundaki saate: Yedi kırk beş. Çayı demleyip, masaları silecek zamanı vardı. Okulun kantininde çalıştığını annesinden saklamak ağırlık veriyordu yüreğine. Çantasını kasanın altındaki çekmeceye koydu, önlüğünü taktı beline, çay ocağını yaktı, masaları silmeye başladı.
Pazarcıların kamyonlarıyla sokaklar güne erken uyandı. Yağmur yüklü bulutlar havadaki gerginliği insanların üzerine akıttılar önce. Taksi şoförü sinirliydi, karga bokunu yemeden gelip istila ediyorlar sokakları, diye söylendi. Şu semt pazarlarını toptan kaldırmalıydı belediyeler; hem esnaf hem trafik rahatlardı. Manav sattığı malın etiketini pazar fiyatına uydurdu isteksizce. Pazarcılar tezgâh başlarında çığırtkanlığa başladı. Her yer mevsimin renklerine büründü, ayvanın sarısı, narın kırmızısı, incirin kınasıyla boyandı. Bazı kadınlar tüm haftanın alışverişini o güne sığdırırdı, bazıları sadece bakmak için karışırdı kalabalığa. Ama eli boş dönen olmazdı. Sadece şöyle bir bakmak için çıkana bile ya ıspanağın körpeliği hoş görünür, elmanın kokusu cezbeder ya da kuşkonmazın fiyatı cazip gelirdi. Cevizin en tazesini en güzelini getirirdi köylüler; patatesle soğanın fazlası zarar etmezdi evlerde. Balıkçıların başı hep kalabalıktı. Bir iki küçük tezgâhta iyi giyimli, makyajlı, saçlarına fön çekilmiş hanımlar ev yapımı yiyecekler satardı, kek, kurabiye, zeytinyağlı yaprak sarma, tahinli çörek.
Uyanır uyanmaz kalktı yataktan, önce kadife perdelerini açtı, okşar gibi.  Bu evin en değerli eşyasıydı o perdeler. Yumuşacık, sıcacık ve asildiler. Yüzünü yıkar yıkamaz bir dua düştü diline, kızının ardından okurdu her sabah sonra bir de rahmetli kocasına. Çayı ısıtmak için ocağı yaktı. Pantolonunu, uzun kazağını, üzerine yeleğini giyip çıktı evden. İki bina yandaki bakkaldan gazeteleri, ekmekleri aldı. Apartmandaki dairelerin kapılarına bıraktı usulca, kapılara asılı torbaların içinden paraları topladı, bel çantasına koydu. Artık kahvaltı edebilirdi. Çaydanlık da fokurdamaya başlamıştı çoktan.
Kahvaltısını bitirince bulaşıkları yıkadı, ocağı sildi, tuvaleti temizledi. Yatak odasını süpürdü çalı süpürgesiyle. İşi bitince soluklanmak için yatak niyetine kullandığı divanın kenarına ilişti. Senelerdir çektiği bel ve boyun fıtığı, son beş senedir yakasına yapışan tansiyon gencecik yaşında ihtiyar kılmıştı kadını. Pencereden pazara giden kadınların ayaklarına baktı, arkalarında sürükledikleri pazar arabalarına.
Kimseleri yoktu köyde. Ne çift, ne çubuk, ne bir avuç toprak, ne bir baş hayvan. Onun bunun tarlasında çalışırlardı. Gidelim, demişti kocası. Gençtiler, kuvvetliydiler. İstanbul’da ekmeği taştan çıkarır, hayatlarını kurtarırlardı. Geldiler lakin ecelin onları burada beklediğini bilemediler. Çamurun içine gömülü bir mahallede yerleşmişlerdi tek göz odaya, kocası amele pazarına gitmişti günlerce. Sonunda bir inşaatta işe başlamıştı ve birkaç gün sonra düşüp ölüvermişti, baba olacağını bilmeden. Sonrası sefalet, diye düşündü… Bu apartmana kapıcı olmak için geldiğinde, istememişlerdi onu. Kadındı, gebeydi, ne iş gelecekti elinden. Ne çok yalvardı, el öptü, kapılarında dolandı günlerce… Sonunda maaş vermeden, yaptığı işe karşılık evde oturmasına izin vermişlerdi. Razıydı. Bebesinin başına bir dam gerekti, kendi kursağına bir lokma. Öğleden sonraları da apartmandakilere temizliğe gidip ekmek parasını çıkarmıştı. İçini çekti, bilmediği bir yer sızladı inceden; minneti de dinmemişti, mihneti de.
Öğle servisini bitirdikten sonra Saadet Hanım’ın ütüsünü yapmaya gitti. Ne çok çamaşır yıkanırdı bu evde. Dört saat sürdü o gün ütü. Beyin gömlekleri kolalandı, çarşaflar, yastık kılıfları tek tek ütülendi. Kapıdan çıkarken eline yirmi beş lira tutuşturdu Saadet Hanım. Aceleyle aşağı inip ayakkabılarını, hırkasını giydi. Pazar toplanmadan yetişmek için belinin ağrısına aldırmadan büyük büyük attı adımlarını. Yetişti. Tezgâhlar toplanmadan önce fiyatlar yarı yarıya düşerdi, biraz ezik, biraz bereli ama yine de taze ve ucuz. Fazla oyalanmadan aşağı sokağa saptı, iplerde asılı tişörtlere, hırkalara baktı. Ne alacağını bilmeden dolanırken pazarcının elinde gördü aradığını. Koyu mavi bir tişört, göğsünde kocaman bir kelebek renkli ipliklerle işlenmiş. Ne yakışırdı kızına, goncasına. Bakmak istedi, pazarcı ona doğru atıverdi sonra diğer malları toplamaya girişti. Ne kadar? diye sordu. On beş lira mı? Çok pahalı. Bıraktı elinden. Diğer tezgâhlara baktı, dolaştı ama aklı kelebekte kaldı. Yine geldi o tezgâha, pazarcı yoktu, mavi tişört de yoktu. Omuzları düşmüş geri dönerken ayağına takıldı renkli kelebek. Eğilip yerden aldı, şeytana uydu, torbalardan birinin içine attı.
O gördü, karşı tarafta masa örtüleri satan kadın. Koşarak geldi, yakaladı kolundan, yüzüne tükürdü. Bağırdı; hırsız, diye. Birkaç pazarcı toplandılar, hakaret ettiler, tartakladılar. Yere düştü, pantolonu yırtıldı, dizi sıyrıldı. Tişörtü fırlattı torbadan çıkarıp, yere düşmüştü, unutuldu sandım, dedi. Ağladı. Ayağa kalktı, torbalarını topladı, döndü kendisini sarmalayacak kadife perdeli evine. Hava karardı, çöpleri toplamaya çıkmadı o akşam. Kızı geldiğinde onu karanlıkta buldu. Ne oldu, diye sormadı. Daha çok kanatmak istemedi derindeki yarayı. Yanına oturdu, elini tuttu.
Kızım, dedi. İyi ki varsın, doğum günün kutlu olsun.
Ekim 2011


Yorumlar

  1. Analık köpeklik derdi ananem, anlamazdım. Kırklara karışınca çözer gibiyim, okudukça belki...

    etkileyiciydi bence de.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil