Havada Kar Kokusu


Sabahın buğusu çoktan kalkmıştı şehrin gözlerinden, yaşam güneşle başlar güneşle sona ererdi doğunun toprak ve kar kokulu kentlerinde. Manzarayı belleğine bir kez daha kazıyarak ayrıldı pencerenin önünden. Her taşının esirgeyen, huzur veren eski bir duayı fısıldadığı Ulu Cami ve arkasında, doğanın gücünü, hırçınlığını bağıran Palandöken…
Bir an önce yola revan olmalı, diye düşündü. Yolu uzundu, zordu, yalnızdı… Çevik adımlarla merdivenlerden aşağı indi, kahvaltı etmeden önce hesabını kapattı. Şehrin çıkışındaki benzin istasyonunda depoyu doldurmalıyım, diye geçirdi aklından. Hatta bagajdaki küçük bidona da benzin koydursa mıydı?
Yola çıkmadan, bir bardak daha çay içmek istedi, masanın üzerinde duran gazeteleri eline aldığında yüzünü buruşturdu. Öldürülen gazetecinin kanı, ailesinin gözyaşları damlıyordu fotoğraf karelerinde. Ülke yine yeniden karışmıştı işte. Kızıyla oğlunun yüzleri geldi gözünün önüne. İçi sızladı. Bir an Trabzon’a gitmeden eve dönmeyi düşündü, sadece bir an. Bardağında kalan son yudumu içip yerinden kalktı. Eşyalarını alıp otelden çıktı. Kapının önünde duran yeşil arabaya bindi. 1976 model Murat 124.
Motorun ısınmasını beklerken, evrak çantasından çıkardığı deri kılıfı torpido gözüne yerleştirdi. Bildiği dualar dudaklarından dökülürken gözlerini Palandöken’e dikti yine. Besmele çekip şehrin çıkışına sürdü arabasını…
Arabanın yanaştığını gören pompacı, içindeki alevin rengini almış küçük talaş sobasının yanından kalkıp, ağır adımlarla kulübeden dışarı çıkarken elinde yarısı dolu bir çay bardağı vardı.
“Hoş geldin beyim”
“Hoş bulduk. Depoyu dolduruver, bir de şu bidon dolacak.”
“Tamam beyim.”
Pompacı çay bardağını alışık bir hareketle ceketinin cebine yerleştirip deponun kapağını açmaya başladı. O da kaputu açtı, arabanın yağını, suyunu bir kez daha kontrol etti. Kapattığında onu izleyen bir çift simsiyah göz düşüverdi önüne. O simsiyah keskin bakışın gölgelediği al yanakları, omzunda kepeneği ardında beş altı koyunuyla gencecik bir çoban.
“Hayırlı günler yolcu.”
“Sana da hayırlı günler.”
“Yol ne tarafa?”
“Trabzon’a”
“Acil mi ki işin?”
“Görev. Gitmem lazım. Neden sordun?”
Çoban masmavi gökyüzünde gezdirdi gözlerini, havayı kokladı sonra da gözlerinin derinine baktı. Yüzü, kepeneği silindi gitti sanki. Bir çift gözden ibaret kaldı.
“Hava patlayacak beyim. Gitme. Gel seni misafir edelim aşağı köyde.”
“Sağ ol. Gitmeliyim. Hem açık görünüyor, hava patlamadan varırım ben Trabzon’a”
“İnşallah. Zigana’da yakalanma da…”
“Bak şimdi. Yapma çoban hayırlı bir laf et yola çıkarken.”
“Hayırlısıyla var yoluna beyim.”
“Eyvallah”
Pompacı paraları saydıktan sonra şöyle bir baktı yüzüne.
“Aldırma” dedi. “Deli çoban deriz biz ona… Hep havayı koklar…”
“Bilir mi peki?”
“Kış uzun buralarda. Şimdi kar yağsa o bilmiş mi olacak.”
“Doğru dedin.”
“Yolun açık olsun beyim.”
“Sağ ol. Hayırlı günler sana da.”
Yol uzayıp gidiyordu önünde bitimsiz, güneş gökyüzünde bir cevher. Gün öylesine aydınlıktı ki çobanın kem sözleri, kor gözleri aklına gelince gülümsedi. Hay deli çoban, dedi kendi kendine. Kış hunharca çatlatıp yaralamıştı asfaltı. Önceden yapılmış yamalar çökmüş, üzerlerinden geçen kamyonlara dayanamayan çatlaklar yarılıvermişti. Bahar gelince yine yamanır ve kışın yine tarumar olurdu yollar.
Kop Dağı’nın beyazlığına yaklaştıkça güneş de kaçıp saklanmaya başladı bulutların ardına. Tekerlerin altında karın gıcırtısını hissedince kenara çekip zincirlerini taktı. Elleri uyuştu, yandı soğuktan. Yol ıssızlaştı. Ne kamyon ne otobüs… Kar başladı inceden… Güneş kayboldu gökyüzünden… Deli çobanın sözleri tıkadı boğazını…
Tekerleklerinde zincir, gözlerinde endişe, arabayı savurur bir rüzgâr, her kilometrede daha da hızla yağan kar, açlığı susuzluğu aklına gelmeden geçti Kop’tan. Düzlüğe vardığında akşam olmak üzereydi. Buz gibi karanlık sessizce süzülüp yerleşti kerpiç köy evlerinin arasına. Zigana’ya az kalmıştı.
Dikiz aynasında gördüğü bir çift far yanındaki bir nefes kadar rahatlattı içini. Bir otobüstü ardından usul usul yaklaşan. Zigana’ya doğru birlikte tırmanmaya başladılar. Ulumalar duyuluyordu belli belirsiz. Uzakta görünmesi gereken köyler karın altında kaybolmuşlardı sanki. Dağ yoluna girerken kar taneleri büyüdü bir avuç boyu. Otobüs önden gitmek istedi, büyüklenerek. Arkasındaki ismi okudu: Tamburoğlu.
Bembeyaz bir kuyunun içindelerdi. Düşen her kar tanesi kuyunun duvarına bir tuğla daha ördü. Tamburoğlu’nun küçük kırmızı lambalarını izleyerek ve tekerleklerinin ezdiği karların üstünden giderek yol aldı bir süre. Soğuk, uykunun tatlı sersemliğini de getirdi beraberinde. Cebindeki nane şekerlerinden attı ağzına. Radyo çekmiyordu buralarda, sessizliği duymamak için ıslık çalmaya başladı. Önlerinde geçilecek son bir dönemeç, içlerine su serpecek bir jandarma noktası…
Ha gayret, dedi kendi kendine. Ayaklarından dizlerine, ellerinden dirseklerine yürüyen soğuğu düşünmek istemedi. Bir an gözlerini yoldan ayırıp etrafa baktı. Ne zaman çıkmışlardı vadiden? Uçurumun zifir karanlığı içini titretti, daha sıkı sarıldı direksiyona. Son dönemece doğru, kar gözlerini kamaştırıp gecenin siyahını seçemediğinde, birden bir ışık çaktı yerden göğe doğru. Şaşkın, kaygılı sürdü arabayı ışığın içinden geçmek için, işte o zaman anladı Tamburoğlu’nun kaybolduğunu. Uçurumun yuttuğu otobüs farlarıyla yolunu aydınlattı kısacık bir zaman. Gözünde canlandı otobüsün içinde kara gömülenler, durup da yardım edemediğine yandı. Kendi kendine sormaya başladı.
“Dursa mıydım?”
“Tek başına kimi kurtarabilirsin? Uçuruma nasıl ineceksin?”
“Ya biri yaşıyorsa ya çocuklar varsa?”
“İyi de sen uçuruma inersen kim yardım getirecek?”
“Ama…”
“Jandarma’ya az kaldı. Orada olanları anlatır yardım istersin. En doğrusu bu…”
“Çoban… Deli çoban bildi işte…”
Ne rüzgârda yalım yalım savrulan bayrak görünüyordu ne de kulübenin pencerelerinde bir mum ışığı. Arabayı tek katlı kulübenin tam önüne çekti, el frenini çekip, kontağı kapatmadan indi. Kalan tüm gücüyle kapıyı yumrukladı, bağırdı. Ne ses, ne nefes, ne de umut vardı. Omuzları düştü, gözlerinde fer, dizlerinde derman kalmadı. Kendini arabanın içine atıp, başı ellerinin arasında direksiyona sarıldı çaresizlikle.
Arabanın hafifçe sarsıldığını hissedince sevinçle kaldırdı başını ve bir çift kırmızı gözle karşılaştı. Kıpkırmızı, çakmak çakmak gözler camın hemen arkasından ona baktı. Ne zaman görüp, anlayıp, harekete geçtiği hiç bilmedi. Yola çıkmıştı yeniden. Çakmak çakmak gözler çoğaldılar, ateş böcekleri gibi görünüyorlardı avuç avuç yağan karın altında. Kaputun üstünden atlıyor, kapılara kafa atıyorlardı. Korktu, öyle korktu ki diline dolanan duaları fark etmedi. Hiç durmadan ama usulca yol aldı yerde biriken karları yara yara. Sağ eliyle torpidoya koyduğu deri kılıfa uzandı, içinden çıkardığı tabancayı sıkıca kavradı. İlk kez ateş edecekti, canı pahasına da olsa titredi eli. Sol taraftaki camı iki parmak aralayıp bastı tetiğe. Vurdu. Kan kokusu sardı havayı. Peşini bırakıp vurulanı parçaladılar ama kanmadılar. Şehrin ışıkları görünene kadar peşini bırakmadılar.
Otele gitmeden polise Tamburoğlu’nu anlattı sessizce ağlayarak. Yatağa uzandığında ezan okunuyordu.
Çoban namaza başlamadan pencerenin önünde havayı kokluyordu.

Nisan 2011


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil