Günlüğüm - 26

Etiketlerimiz

Kimliklerimizi tartışıyoruz ya ne zamandır, aidiyetlerimizi, bütünlüklerimizi ve bölünmüşlüklerimizi. Günlük hayatımızda kendimize yapıştırdığımız ya da başkaları tarafından bize yapıştırılmış olan etiketlerimizi gözden kaçırıyoruz, üzerimize binen ağırlıklarının farkında değiliz.Öyle alışmışız ki onları her an sırtımızda taşımaya, biz aslında etiketlere ait olmuşuz. Hatta öylelerimiz var ki etiketleriyle var oluyorlar; etiket yoksa o da yok.
1980 sonrası büyük bir hünerle hemencecik alışıp kaynaştığımız serbest piyasa ekonomisinin hediyesi bu durum. Doğduğumuz andan itibaren başlıyor ve önce kıçımıza yapıştırıyorlar etiketi. "Şekerim pampers kullan, diğerleri sızdırıp pişik yapıyor"la başlayan bir üstünlük hareketi bu. Böylece ebeveynlerimiz tarafından kodlanmaya başlıyoruz işte. Derken hava yutmayı önleyici biberon markası, bebek şampuanının ithal olanı ile devam ediyor. Daha ilkokula gelmeden ayakkabı markalarını, oyuncak dükkanlarının adlarını, hamburgercileri, bütün kadınları çıldırtan ölçülere sahip barbie bebekleri ve daha neleri ezberlemiş, etiketleri üzerine yapıştırmış oluyor çocuklar. Sıra öğrenime geldiğinde bu kez okul isimleri yarışıyor ya da aynı okuldaki öğretmenler arası rekabet kızıştırılıyor. En çok bağışı yapan istediği öğretmende okutuyor çocuğunu. Veliler okulda çocuklarını beklerken hangi öğretmenin o hafta ne öğrettiği, çocuğun kaç kelime öğrendiği, bilmem ne sınavında kaç soruyu doğru cevapladığı, sınıf başarısının ilçe-il-ülke genelindeki durumunu tartışıyor hatta sayıları ezbere biliyorlar. Artık çocuklarımız etiketlenmeye, yaftalanmaya, yaftalamaya, sınıflanmaya, sınıflandırmaya hazır. İlkokuldan sonra bütün bunları kendileri yapar hale gelmiş oluyorlar.
Tüy alma makinesini bile arkadaşlarınınki ile aynı marka almak için kendini paralayan genç kızlar tanıyorum. Ten rengine uyup uymadığına bakmaksızın aynı marka, aynı renk ruj kullanan sarışın ve esmer kadınlar. Sadece kadınlar değil... Saat, gözlük, araba, pantolon, gömlek markalarıyla kendini var eden erkek sayısı da az buz değildir hani. Ve elbette telefon, en akıllısından, sonra bir de elmalı tabletlerden olmalı elimizde.
Sadece marka çılgınlığıyla bitmiyor üzerimizdeki ağırlık bir de işin diğer yönü var ki belki taşıması daha zor. Okuduğunuz, okumak zorunda olduğumuz okulumuzla başlıyor, hangi ekolden geldiğimiz soruluyor çalıştığımız şirkette. Alman, fransız, amerikan... Çalıştığımız şirketlerin kocaman elektronik gözleri tarafından izleniyoruz bütün gün, yakalarımızda taşıdığımız, adımızı sanımız, soyumuz sopumuz yazılı kartlarla oturuyoruz. Öyle alışıyoruz ki onlara, arabada, otobüste, vapurda bile çıkarmıyoruz boynumuzdan. En büyük etiketimiz onlar çünkü. İyi evlat, iyi eş, iyi anne, iyi arkadaş etiketlerimiz var sonra... Kimini doğuştan, kimini öğrenerek taktığımız etiketler ve kimi biz farkına bile varmadan üzerimize yapışmış olan. Bu kadarla da bitmiyor her seçimimiz bir etiket oluyor ve sonra üzerimizdeki etiketlere uygun seçimler yapmaya başlıyoruz ister istemez. Hatta  okuduğumuz kitaplar, beğendiğimiz yazarlar, içtiğimiz kahve, yediğimiz çikolata bile etiket olup yapışıyor üzerimize. Koskoca ayaklı bir kare barkoda dönüşüyoruz günbegün.
Herkesin zaten bildiği şeyi neden yazıyorum. Bilmem belki kendimi de oğlumu da etiketlerimizden sıyırabilmek için güç topluyorum. Ya da kendime yapıştırdığım etiketleröyle ağır geliyor ki kurtulup atmak istiyorum.
Etiketlerinin farkında ve memnun olanlar çok.
Sıyrılabilenler, markasız, etiketsiz, isimsiz olabilenler özgün ve özgür kılabilir mi kendini???


Yorumlar

  1. Denedim desem, yakalandığım tuzakları anlatsam sorunuza yanıt olur mu ki..
    Sizin sıyrılma, benim kaçış dediğim şeyin bir bedeli var. Kendini budamak diye tanımlanabilir belki, yalınlaşmak ama aynı zamanda çıplak kalmak, hiç kalmak gibi sanki. An geliyor boşluk da ağır geliyor. Anlaşıldı, çok konuşacağım, susayım:)
    sevgimle

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Sizden bir ses duymak güzeldi. Çok sevindim isminizi görünce. Haklısınız, belki ağırlıkları atınca da olmuyor... Yalın, çıplak ve yalnız kalıyoruz ama hiç kalmak? Bence böyle değil. Evet, çok konuşulabilir, anlatılabilir, paylaşılabilir kaçışlar, sıyrılmalar, deneyimler... Yine de susmayalım derim ben, her çığlık yanıtını bulur, yankı bile olsa...
      Sevgiyle:)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil