Son Nefeste
Güneş
çatıları alevlendirerek gitti ardına bakmadan.
Geceden
hemen önce, alacakaranlık etraf, ömürden son nefes gibi.
“Kahveniz
Ferit Amca”
Hafifçe
aralanan katarakt inmiş kül rengi gözlerde tükenmişlik.
Gizli bir
rutubet ve sandık kokusu evin içinde.
Eşyalar
sararmış fotoğraflar gibi geçmişle dopdolu.
Pencerenin
önünde döşemesi eprimiş, bordo kadife koltuk, gül kokusu sinmiş.
Kumrular
da terk etti, Rosa’nın ekmek kırıntıları olmayınca.
Kahve
fincanına uzanmak için debelenirken daha çok büyüyen, acı veren bir kambur
sırtında.
Belki
günahlarının yükü…
Kızı…
Bir
telefon kadar yakın… Bütün kadınlar kadar uzak…
Vedalaşmalı
mı? Ama vedalaşmaz ki o… Günahlarını, acılarını, öfkesini borçlandığı kadınları
sevmez.
Hiç sevdi
mi? Sadece bir kez… Sadece bir kişiyi…
Sara…
Boynu bir
ceylan gibi incecik, kırılgan.
Gözleri
simsiyah, buğulu üzümler misali, saçları kömür karası.
Askere
gitmeden önceki o gün lavanta kokulu çarşaflarda, teninde ellerinin izi,
dudaklarında eski bir yemin, parmaklarında nişan.
Kancık…
Elinde
tahta asker bavulu…
Dolmuş
şoförünün babacan gülümsemesi, şanslı kız diyen sesi…
Postallarında
kanatlar…
Evin önü
mahşer yeri… Annesinin çığlıkları kulağında bir ömür asılı kalan.
“Anne…
Baba…”
Kadın
odanın kapısında, yerde… O günden sonra sağ ayağını sürüdü hep, bir türlü
söyleyemedi diline gelenleri.
Babası
ayakta, gözleri çakmak çakmak, omuzları düşmüş.
Kardeşi
mi? Başı sağa düşmüş, sallanıyor boşlukta, gözleri açık.
Dağınık
yatakta bir mektup…
O gece
uyumadı.
Yaşamıştı;
bütün kötülükleri görecek kadar uzun, kötü olacak kadar çok.
Rosa’yı
özledi birden.
Elinde
örgüsüyle pencerenin önündeki koltukta oturan, gül kokulu Rosa.
Başkalarının
günahını ödeyen Rosa.
Kumruları
besleyen Rosa.
Onu
karşılıksız seven ama bir türlü sevemediği…
Bir
fısıltı dolaştı kulağının dibinde, buzdan bir el boynuna dolandı.
Kalleş...
Biraz
sarhoştu, daha çok aşık.
Yüreğinde
bir harp, gerisi toz duman.
İkisi de
suskundular, elleri değdi birbirine.
Sonra
pişmanlığını izledi sevdiği kadının, kendinden apar topar kaçışını.
Sevdanın
hıyanete dönüştüğü o gece adı belleklerden silindi.
Boynunda
urganın izi, geride kısacık bir mektup bıraktı hiç okunmayacak.
Ömrünce
son nefesini bekledi hesaplaşmak için.
Kül rengi
gözleri parladı.
“Demek
beni almaya geldin”
“Seni
bekliyordum”
Kızı hiç
ağlamadı ardından.
Annesinin
yatağına uzandı, gül kokusu doldu burun deliklerine, gözyaşları istemsiz
süzüldü yanaklarından, çok özledi onu, çok. Ondan geriye kalan gül motifli
yüzüğü öptü usulca. Komodinin üzerindeki küçücük çerçevede ikisinin fotoğrafı
duruyordu, sararmış solmuş, bir bahar günü çekilen.
İstanbul - 2012
Yorumlar
Yorum Gönder