Günlüğüm - 34

Her geçen gün bu şehirde hatta ait olduğumu hissettiğim bu topraklarda yaşam daha ağır geliyor. Oğlumu düşünüyorum; henüz bizim taşıdığımız yükün farkında değil. Onu korumak için uzak tuttuğumuz hoyratlığın farkında değil. Yıllar önce bir arkadaşım "bu ülkeye ezeceği bir evlat vermek istemiyorum" diyerek anne olmaktan vazgeçmişti. Onu kararından vazgeçirmeye çalışmıştım. Şimdi düşünüyorum da haklı mıydı acaba? Benim gibi milyonlarca anne çocuğunun bu ülkede nasıl bir gelecekle karşılaşacağından endişeli. Henüz kendi yaşamlarımızın en verimli çağlarında olmamıza rağmen, kendimizden vazgeçip -çünkü umudumuz kalmadı- çocuklarımızı kurtarabilir miyiz, diye düşünüp duruyoruz. Kurtarabilir miyiz?
İki gün önce Kadıköy Bahariye Caddesi üzerindeki eski adliye binası önünde bir polisin bir kadını tekme tokat dövdüğüne, yerde sürüklediğine şahit oldum. Araya girmeye çalışan arkadaşı da okkalı bir yumrukla aldı nasibini. Olayı seyreden belki elli kişi sanki televizyon izler gibi izledi hatta avukatlık bürolarının pencerelerinden izleyenler vardı. Ben de hiçbir şey yapamamanın ezikliğiyle kalakaldım. Korktum; dayak yemekten değil de, akşam evime dönememekten. Ne olabilirdi kadının suçu, bunu hak edecek ne yapmış olabilirdi? Kim bilir zorla tıkıldığı polis arabasıyla gittiği karakolda neler geldi başına... İki gecedir rüyalarımda görüyorum o kadını.
Gezi Parkı'ndaki ağaçlarımızı korumak için, bizler adına nöbet tutanların hali... Bu insanlar okuyan, eğitimli, bilinçli gençler. Çocuklarımız, evimiz, işimiz sebebiyle bırakıp gidemediğimiz için bizim adımıza, bizler için siper oldular ağaçlarımıza... Ağaçlar gibi insanlarımızı da TOMAlarla eziyor, biber gazıyla zehirliyoruz. Ne suçları var. Kenti korumak istemelerinden başka. Bu kentte yaşayıp da o ağaçların altında çayını yudumlamayan, kendini gölgesine atmayan var mıdır? Keşke Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi ayaklanıp intikam alabilse ağaçlarımız. Bu güne dek kesilen tüm ağaçlar adına dozerlerin, AVM'lerin, hepsinin üzerine yürüyüp yerle bir edebilseler.
Reyhanlı katliamı, siyasilerin seviyesiz tartışmaları, Devlet Opera ve Balesi'nin ne olacağı, sanatçılarımız ağızlarından çıkan bir sözle kendini mahkemede bulabilme hali, ululadığımız insanlara hakaretin sıradanlaşması, bayramlarımızın elimizden alınması, değerlerimizin itibarsızlaştırılması,... Saydıkça artıyor umutsuzluğum. Umutsuzluğum arttıkça endişelerim, tedirginliğim...
Kimin ne hakkı var bu topraklara olan aidiyetimi söküp almaya? Kendimi yabancı, korkak, dışarıda hissettirmeye ne hakkı var? Ne yapacağız biz? Çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakacağız? Korkmadan, utanmadan, kimliklerinden, değerlerinden vazgeçmeden yaşayabilecekler mi bu ülkede?
Yoksa...?

Yorumlar

  1. İşte bak aynı noktaya geldik; beni anlıyorsun değil mi? Bir çocuğa bu ülkede yaşamayı 'armağan' etmek, onu bu insanlarla tanıştırmak ne büyük bir sorumluluk değil mi? Ben kendim hiçbir yere sığamazken bir çocuk adına bu kararı vermek... Her geçen gün burada yaşamaya çalışmak daha da zorlaşıyor. Gazdan nefes bile alamıyorsun ki...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan