Tanrı Misafiri
yolcu
İlk kez otobüs
durağının arkasındaki börekçide görmüştüm onu. Çitişmiş, kirden kalınlaşmış kır
saçları aslan yelesi gibi kabarmış omuzlarına değiyordu. Yüzü meşin gibiydi. Sakalı
bıyığı birbirine karışmış, dudakları bir kıl yığınının ardında kalmıştı.
Simsiyah gözlerinin kenarlarındaki çizgiler derin yara izlerini andırıyordu.
Sırtında ne zamandır giydiği, ne renk olduğu belli olmayan eprimiş, buruş
buruş, bir ceket; pantolonu incelmiş, birer tokmağa benzeyen dizleri ortaya
çıkmıştı. Ayakkabıları yoktu. Biçimli ayaklarının altı kösele gibi kalınlaşıp
nasır bağlamıştı. Sesi… Ona bakmamın tek nedeniydi. Kendi kendine fısıldadığı
halde gürül gürül akan, kendimi iyi hissettiren yumuşacık bir ses… Boynunda mavi bir
çocuk atkısı. Fısıldarken bir yandan onu okşuyor, seviyor, öpüyor, kokluyordu. Uzakta,
yukarıda bir noktaya dikmişti gözünü, görmediği. Bir şişe su alırken kasadaki
ihtiyara sordum. Kimdi? Tanrı misafiri, dedi. Bir sabah dükkânı açarken bulmuş
yıllar önce. İkisi de gençmiş o zaman ama bundan daha iyi değilmiş. Bir
sandalye vermiş altına, sabah akşam birkaç parça börek. Eski ayakkabılarını,
ceketini getirmiş giysin diye. Elini bile sürmemiş. Kim bilir ne derdi var
garibin, dedi börekçi.
börekçi
Neredeyse beş belki
altı yıl var. Bir sabah dükkânın önünde buldum bu garibi, öyle kapının önüne
yığılmıştı. Allah biliyor, onun bildiğini kuldan saklayacak halimiz yok;
görünce sinirlendim, bula bula benim dükkânın önünü mü buldu uğursuz dedim ama
sabah kıldığım namazdan utandım sonra. Rabbim kapımıza göndermiş bir gariban,
yüz çevirmek olmaz. Üstünden atlayıp açtım dükkânı, ellemedim ilk tepsiler
çıkana kadar. Çocuklara da elletmedim. Sonra ilk çıkan poğaçalardan iki
tanesini bir tabağa koyup uyandırdım. Baktı yüzüme, iyilik görmeyeli çok olmuş
belli. Sıcak poğaçaları alıp gitti. O gün bir daha uğramadı. Ertesi sabah
kapının önünde yoktu. Çocuklar kapının önünü süpürürken görmüşler durağın
içinde yatıyormuş. Öyle kaldırımın üstünde ana karnındaki gibi kıvrılmış
yatıyordu sahiden. Yine uyandırıp iki poğaça verdik. Sabah durak dolmaya
başlayınca kayboldu ortalıktan. Baktım ertesi gün yine buralarda. Aşağıdan eski
sandalyelerden birini çıkardım, müşterilerin masalarından biraz öteye koydum,
üstüne de poğaçaları. Geldi, oturdu, yedi, gitti. O günden beri böyle. Onun da
rızkı bizdenmiş, Allah’a şükür. Bir ara eski pantolonumu, kazağımı hatta bir de
ayakkabı getirdim, koydum sandalyenin yanına. İki gün orada durdu torba.
Almadı. Ne diyeyim ki, vardır bir düşündüğü… Pek deli gibi de değil, kendi
kendine konuşur durur ama kimseye ilişmez.
garip
ne anlatır ki insan
kendi hakkında; hikayesine nereden başlar, onun hikayesi midir, başka birinin
hikayesine izinsiz girmiş midir… bilinmez… kimseyim, kimsesizim; ana karnından
düşmüşüm bir çöp variline, oradan çocuk esirgemeye… istenmemeye yazgılı olur
yuva çocukları, bakıcıların kıçına başına indirdiği şaplaklarla alışırsın tokat
yemeğe; biraz palazlanırsın büyük çocukların şamar oğlanına dönersin, arkanı
kollaman gerekir hep… okulda diğer çocuklardan ayrı oturturlar, saçlar bir
numara tıraşlı, herkes bilir yuva çocuğu, kapıcı çocuğu kimdir, ayrı durur
yanına yaklaşmaz; onlar uzak durdukça sen yaklaşır hırçınlaşırsın, bir iki
tanesini hırpalar efe olursun, müdürün öğretmenin eli inmez tependen; olsun her
yumruk biraz daha biler. On sekizine geldin mi yurt kapısına koyarlar; başının
çaresine bakarsın ya da bakamazsın…
yolcu
Yolum o durağa her
düştüğünde gördüm onu, bazen sadece onu görebilmek için börekçiye uğradığım
oldu. Hep aynı sandalyede, börekçiyle benden başka kimsenin bilmediği, siyah
beyaz bir zavallı insandı. Hikâyesini merak ediyordum; uzun zaman görmemişsem
ölüp ölmediğini. Ölmesini istemiyordum. Her seferinde bedeni biraz daha
küçülmüş, içindeki yara iyice büyümüş oluyordu. Acısı üstünden akıp bana
ulaşıyordu, . Soracak cesaretim yoktu.
garip
başın çaresi de ne ola
ki… benim başım hep çaresiz oldu… sığındığım, avlusunda yatıp kalktığım camide
bile barınamadım, cemaat istemedi, imam yol verdi… aç kalınca ekmek dilendim,
simit çaldım, baktım olacak gibi değil hamallık yaptım… sırtıma yapışmadı,
sonra hamal kaldım, küçücük odalarda, bitmemiş inşaatlarda, pireli yataklarda
yatıp kalktım… bir çocuk parkı vardı, ucunda oturup mutlu bebeleri izlerdim,
hayal de para değil ya… her akşam gittim o parka, çocukların büyüdüğünü gördüm,
kardeşleri oldu bazılarının, başka bebekler geldi… güzel saçlı, güzel gözlü
annelerinin kucağında uyudular, kumlara oturup oyun oynadılar, babaları
salıncaklarda salladı… ben hep izledim… her akşam pireli yatağıma yattığımda
hayalini kurdum güzel gözlü bir kadının, lüle saçlı küçücük bir kızın… o küçük
oğlan topu bana attığında annesinin gözlerindeki korkuyu görene, her gidişimde
hayallerimle döndüm… sonra anladım ki benim için soluk alıp verişlerimi
saymaktan başka yol yoktur, kendimi avare kıldım, biçare kaldım… son kalan
paramla bir küçük mavi atkı aldım…
yolcu
Üç gün önce
duraktaydım, yoktu, sandalyesi de yoktu. Boynundaki atkıyı okşayıp fısıldarken
ölüvermiş. Pat diye düşmüş yere. İhtiyar börekçi kaldırmış cenazesini.
Kimsesizler mezarlığına giderken mavi atkıyı koymuşlar tabutun üzerine. Kim
olduğunu öğrenememişler. Tanrı misafiriydi, geldi, gitti, dedi börekçi.
Bir garip ölmüş diyeler
YanıtlaSilÜç gün sonra duyalar
Soğuk suyla yuyalar.
Böyle garip bencilleyin.