Leyla'nın Kokusu
Bir ilkyaz günüydü.
Rüzgâr nazlı nazlı esti mora kesmiş yamaçlardan, manolya ağacının yaprakları oynaştı.
Çiçekleri tomur tomur, beyazı kırılmış. Kokusu asılı bahçenin üzerinde.
Bahçedeki tek ağaçtı, altında küçük kare tahta bir masa, tahta bir iskemle.
Osman maviye boyamıştı, Leyla istedi diye. Adam hiç kıpırdamadan oturdu bütün
öğleden sonra, iskemlenin arkasına dimdik dayadığı ihtiyar sırtı yavaş yavaş
kamburlaştı. Bastonun sapını sımsıkı tutan derisi incelmiş parmakları gevşedi
biraz. Aklaştığını bilmediği saçları dağılsa da dudaklarının kilidi çözülmedi,
manolya kokusunun izini sürdü belleğinde, çiçeklerini hatırlamak istedi.
Karanlık her şeyin üstünü örteli çok zaman olmuştu.
Osman’ın ayak seslerini
işitti, ayağındaki plastik terlikleri tırıs tırıs sürüyüp duruyordu peşinden. Eşek
herifi uyarmıştı kaç kez, diline gelen öfkeli sözleri yuttu. Şimdi olmaz, dedi
kendi kendine, bu anı bozma. Yanında duruyordu, başını çevirmedi.
“Beyim geç oldu, hava
kararmak üzere”
“Biraz daha kalmak istiyorum
Osman.”
Bir an önce gitsin istedi.
Gitsin ki manolya kokusuyla onu yalnız bıraksın ve rüya devam etsin. Leyla oradaymış,
yerde çimenlerin üzerinde oturmuş, ona kitap okuyormuş gibi, küçük soluk alıp
verişleri, sesinin titremesi, parmaklarının arasında ezdiği manolya çiçeklerinin
baygın kokusu. Sessizlik onun bedeniyle şekillenip sarsın, midesi kasılsın
heyecandan, başı dönsün.
“Üşütme diye dedimdi beyim;
hasta olursun maazallah.”
Hasta olabilirdi, her
an ölebilirdi de. Keşke, dedi kendi kendine, şu manolya ağacının altında
ölseydi, o an, Leyla’yı düşünürken. Öldüğü yere gömselerdi, taş maş da
istemezdi. Mezarını ziyaret edecek, ardından ağlayacak kimse yoktu, Osman’dan
başka.
“Berbat ettin zaten
keyfimi, salak herif, yürü hadi, yardım et.”
Adam bastonuna dayanıp
ayağa kalkarken Osman hemen sol yanına geçip koluna girdi. Birlikte eve doğru
yürüdüler. Karanlığın ağır ağır gelişini sessizce beklerdi bu saatlerde,
bastonun yeri arayan tıkırtısı tırmaladı kulaklarını, birazdan akşam iyice çöktüğünde
cır cır böcekleri başlardı, sonra bir iki baykuş sesi duyulurdu uzaklardan.
İçeri girdiler. Adam
pencereyi açmasını istedi, hemen önündeki koltuğa oturdu ezberlediği gibi.
Biraz yalnız kalmaktan başka bir isteği yoktu. Hayır, acıkmamıştı henüz, geç
yiyecekti bu akşam. Osman’ın odadan çıktığını duydu, kapı usulca kapandı.
Başını pencereye doğru çevirdi, manolya kokusu akşamın serinliğiyle birlikte
süzüldü odaya.
Sallana sallana mutfağa
yollandı Osman, tırıs tırıs. Saliha Kadın’ın pişirip yolladığı yemekleri
çıkardı buzdolabından. Karnıyarık mis gibi görünüyordu, hele domatesli pilav;
tane tane dökmüştü pirinçleri. Kararsız kaldı, yese miydi acaba, karnı da çok
acıkmıştı hani. Bol sarımsaklı bir cacık yapmaya karar verdi. Adamı düşündü.
Son günlerde biraz daha çökmüştü galiba. Terliklerine bile pek söylenmiyordu,
ağacın altında oturup düşünüyordu hep, iştahı da yoktu ne zamandır.
Salatalıkları doğrarken durdu bir an, hasta mıydı. Boş ver dercesine havaya
salladı elini, bıçağın ucundan salatalık parçası düştü yere. Domuz gibi herif,
ona bir şey olmaz, dedi kendi kendine.
Aynı koltukta
oturuyordu o sabah, Osman yine ayaklarını sürüye sürüye odanın kapısına
gelmişti. Tam söylenecekti ki küçük bir nefes, belli belirsiz manolya kokusu
hissetti.
“Beyim bu bizim Saliha
Kadın’ın kızı, Leyla. Hani sen kitap okuyacak birini istedindi ya, olur dersen
Leyla her gün gelecek.”
“Kaç yaşında?”
“Kaç yaşındasın kız?”
“On beş”
“Okula gitmiyor mu?”
Sekizinci sınıfı
bitirdim, liseye gitmem gerek ama annem göndermiyor, diye lafı kaptı ağzından.
Sesi bir yudum su gibi
aktı; adamın içinde yankılandı kendi kendine bir şarkı mırıldanır gibi.
“Okumayı sever misin?”
“Ne okuduğuma bağlı.”
“Sabahtan gazeteleri,
öğleden sonra da kitap. Kitabı benim için okuduğunu unutma, sıkıldığını,
atladığını, kafanın başka yerde olduğunu anlayabilirim, ona göre.”
Huzursuzluk sardı
aniden, nedensiz. Osman’la birlikte kapının önünde ayakta duran kıza oturmasını
söyledi adam. Leyla adamın karşısındaki koltuğa oturdu. Osman’ın eline
tutuşturduğu gazetedeki makaleyi okumaya başladı. Sonra her gün geldi, manolya
kokusu odaya sindi. Sesi adamın kulaklarına yerleşti, onun sesiyle düşünür
oldu.
Mutlu uyandı sonra bir
sabah. Kıpır kıpırdı içi, tüm hücrelerine kan yürümüştü sanki. Gördüklerini
unutalı beri küçülen organı bile titreyip duruyordu. Çok uzun zamandan sonra
ilk kez rüya görmüştü adam; Leyla vardı, yüzü yoktu da sesi vardı bir de
manolya çiçekleri elinde. O gün sadece sesini duymuştu Leyla’nın, kokusunu; ne
okuduğunu fark etmeden. Bahçede okuyalım demişti adam. Osman iki sandalye taşımıştı
manolya ağacının altına. Onu merak ediyordu, her şeyini bilmek istiyordu ama en
çok,
“Neden hep manolya kokuyorsun?”
“Sevmez misiniz yoksa?”
“Yo, sadece merak
ettim, senin geldiğini kokundan anlıyorum.”
Hafifçe kıkırdamıştı
Leyla, cilve mi yapıyordu.
“Aslında koku değil bu,
ağaçtan bir çiçek koparıp elimde eziyorum sonra boynuma sürüyorum.”
Onun ezilmiş çiçeği
boynunda gezdirdiğini hayal etmeye çalışmıştı. Ellerini, uzun saçlarını, gözlerini,
teninin yumuşaklığını. Kendinden utanarak, yine de içi alev alev. Ertesi gün
köydeki kahveden bir tahta masa, iki iskemle aldırmıştı adam Osman’a. Leyla hiç
oturmamıştı, hep yerdeydi, çimenlerin üstünde.
Bildiği kitapları
okutmaya başlamıştı, sadece sesini dinleyebilsin, hayal edebilsin. Her
hareketini hissetmeye çalışmıştı; bacaklarını uzatmasını, başını geriye doğru
atmasını, sayfayı çevirirken parmağını dudağıyla ıslatmasını, ayakkabılarını
çıkarıp ayaklarıyla çimenleri ezmesini, su içmesini. Edep duygusuna takılmadan,
hesapsızca onu izlemenin tadını çıkarmıştı, ihtiyar bir adamın pervasızlığında.
Geceleri de gündüzler
kadar özler olmuştu. Yatağa yattıktan sonra onu çağırıyordu sessizce,
geliyordu, üzerinde önden düğmeli minicik bir elbiseyle, düğmelerini sabırla
tek tek açıp soyuyordu onu, öylece yanına uzanıyordu, karnını, kasıklarını
öpüyordu, gonca memeleri ellerinin içinde kayboluyordu. Titreyerek, kasıkları
sızlayarak uyanıyordu.
Düşler, hayaller de yetmez
olmuştu. Ona dokunmaktı nobranlığının, öfkesinin tek çaresi. O gün Leyla’nın kokusundan, sesinden,
soluğundan başka şey duymamıştı. Çiçek böcek susadurmuş ne yapacağını
izliyordu. Kıpırdanıp durdu iskemlede, ucuna doğru kaykılıverdi, sonra da
kendini yere bıraktı; düşmüş gibi. Leyla küçük bir çığlıkla ona doğru gelirken hınzırca
gülümsedi…
Üstüne eğildiğinde
yüzüne akan saçları, boynundan sızan manolya kokusu; kocaman lekeli ellerini
tutan küçük narin parmakları, sıcacık yumuşacık avuçları; bedenine dolanan
çıplak kolları, pürüzsüz teni; bedeninin incecik kıvrımları, kolunun sürtündüğü
dipdiri memeleri, yüzünde gezinen taze nefesi
Alnında ter
damlacıkları, kalbi gümbür gümbür, bacaklarının arasında sertleşmeye çalışan
çükü. Kendi cesaretinden korkmuştu adam. Tamam, demişti, bu günlük bu kadar
yeter, sen git. Utandığını sezmişti kız ama neden utandığını değil. Gitmişti,
yaz sonunda hepten. Bir derneğin bursundan faydalanmış, anası Saliha Kadın’ı
ikna etmiş, gitmişti.
Rüyasında gördüğü
gibiydi, sesi gibi, hayal ettiği gibi, incecik, taptaze, manolya gibiydi. İçini
çekti adam, kasıkları sızladı yine. Sesini duydu cır cır böceklerinin ve
Osman’ın tırıs tırıs sürüdüğü terliklerinin. Kapının açılmasını bekledi. Yemek
hazırdı demek.
İstanbul - 2013
Yorumlar
Yorum Gönder