Beyaz Pantolonlu Yaşlı Adamın İntiharı

Atölyelerde okuduğumuz kitaplar arasından seçtiğim bir kaçından bahsedebilirdim ya da kardan, kıştan ya da İstanbul’un saklı köşelerinin izini sürebilirdik kitaplarda,  belki de gelip geçecek 2016 hakkında bir şeyler yazabilirdim. Ama “ölüm” girdi araya. Ne söylenecek söz kaldı, ne sözü edilecek herhangi bir şey. Tuzla buz oldu yaşamlarımız, keder gözbebeklerimize yerleşti. En kötüsü de birbirimizin yüzüne bakamaz olduk, hepimiz biraz suçluyduk çünkü. Yüreğimiz dağlandı, çalınmış hayatların yasını tutmaya başladık. Öpe koklaya büyüttüğünüz evladı, kokusuna doyamadığınız babayı kaybetmenin tesellisi olabilir mi? Zaman ne kadarını küllendirir bu acıların?

"Karşılıklı oturdukları koltuklara acılı suskunluk çökmüştü. Kuru gözleri önünde bir noktaya dikilmiş, kımıltısız, öylece duruyordu Hanife Hanım. İçin için kanayan bir yaraya güçlükle dayanıyor gibi konuşmuyordu hiç. Arada bir, öne, arkaya sallanıyordu belli belirsiz. Ne diyecekti Muhsin şimdi?" (Vedat Türkali, Yalancı Tanıklar Kahvesi) -1

Her gün gelen şehit haberleri, ülkenin doğusunda yaşananlar, Ankara Garı, Suruç, küçük Aylan’ın fotoğrafı, Dağlıca, Iğdır, öyle çok ki… insanın insana kıydığı, kardeşin kardeşi kırdığı, daha ne kadar devam edeceğini kestiremediğimiz. Kendi hüznümün içinde debelenirken oğlumun insanların neden birbirini kırdığını anlamak için sorduğu soruları yanıtlamak daha zor geldi. Büyüyünce anlayacaksın dedim, sanki biz anlayabilmişiz gibi. Sen büyüdüğünde hepsi geçmiş bitmiş olacak dedim, inanmadığım bir umuda sarıp sarmalayarak sözcükleri. Büyük acılarla sınanma zamanı mıydı yoksa toplumsal belleğimizi yitirmiş bir cinnet haline mi bürünmüştük?

"Delice bir esrikle koşturan, kapıları omuzlayan, ellerindeki baltaları savuran, damlara, pencerelere dinamit fırlatan gölgelere bakıyor. Evet birer gölge bunlar. Ama kim? Kimin gölgeleri? Onlar gibi kolları, bacakları ve başları varken, aynı günlük giysiler, aynı kasketler, pabuçlar içindeyken, onlar gibi şakalaşıp gülebilen, merhaba diyen, ekmeği, suyu, aşı onlar gibi yiyip içen, aynı yokluğu ve yoksulluğu yaşayan gölgeler. Kim yolladı onları, nasıl?

İnsan dediğin her bir acıya dayanmalı, pes etmemeli. Sarmalı yarasını. Ezilip gittikçe tepesine biniyorlar işte. Aklın varsa otur düşün. Düşmanımızı iyi belleyelim. Bizi dallamak isteyenleri bilelim. Utanmak da sana düşmez ya. Bizi bize kırdıranlar utansın." (İnci Aral, Kıran Resimleri) -2


Yaşam bir vardı, bir yoktu. Ölüm o gün çok daha yakından gösterdi yüzünü. Hava bulutsuzdu. Kış güneşine gülümsemek için evin bütün perdelerini açtım. Gazetede gördüğüm simsiyah manşetler, fotoğraflar uykusuz geçen gecenin tatsızlığını iyice katmerleyeceğinden elime bile almamaya karar verdim. Kahvaltı sofrasını toplayıp, çiçeklerime bakmak üzere, bir bardak demli çayla birlikte balkona çıktım. Yandaki apartmanın bahçesinde yatıyordu beyaz pantolonlu yaşlı adam. Betona uzanmış olmayan bulutları izliyormuş gibiydi. Başının altından koyu kırmızı bir leke yayılıyordu. İlk kez cansız bir beden gördüm. Kolları ve bacakları oyuncak bebekler gibi garip bir biçimde kıvrılmıştı. Saçlarının çoğu dökülmüş, kalanlar yoluk yoluk dağılmıştı. Beyaz pantolonu, lacivert beyaz tişörtü yeni gibiydi, tertemiz. Özel olarak giyinmişti sanki.

"Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da başparmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.

O zaman anladım ki bedenimin, kendimi kurtarmak için, en can alıcı saniyede ellerimin gücünü kesmek gibi bir yığın ufak hilesi var, oysa bütün karar bana ait olsa, ölmem bir an meselesiydi." (Sylvia Plath, Sırça Fanus) -3

Çocukluk arkadaşlarımdan biri intihar etmeyi denemişti. Kardeşi boş ilaç şişelerini fark edip annesine haber verince kurtardılar. Birkaç gün sonra ziyaretine gittiğimde, etkili olsun diye yarım bardak suyla içtim hapları hâlbuki çok su içsem daha çabuk kana karışırmış, demişti pişmanlıkla. Neden ölmek istediğini hiç söylemedi.
Üniversitedeki sınıf arkadaşlarımdan birinin arabasını köprüde terk edilmiş halde buldular. Zengin, başarılı, yakışıklı biriydi. Gazetelerde haber oldu birkaç gün, hepimiz bir şey anlattık ona dair. Aslında hiç kimse niçin ölmek istediğini bilmiyordu. O zaman, kendini öldürme fikrinin çok aptalca olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Babam, inşallah hiçbir zaman o kadar cesur olmazsın kızım, demişti.

"Üzerimde hiçbir şey yoktu, titriyordum ama korkudan değil. Koridoru geçtim, arkadaki küçük odanın önünde durdum. Berna’yı düşündüm, kalbimden kuş cıvıldamaları geldi, ağzımı açsam bir arı kuşunun uçup gideceği sanısına kapıldım. Suratımın ortasında kocaman bir gülümseme, içimde Tanrı’ya ulaşmışım gibi bir huzur hissettim. Kapının kulpunu kuvvetlice indirip içeri girdim. Elektrik düğmesine dokundum, henüz tamamlanmamış heykelciğim bana bakıyordu, ona göz kırptım. Çamur teknesinin yanına gittim, oradan aldığım çamuru yoğurmaya başladım, istediğim yumuşaklığa erişince durdum. Yaptığım işten memnun, baktım. İçtiğim haplar etkisini göstermeye başlamıştı, vücudum uyuşuyor ve hareketlerim kısıtlanıyordu. Vazgeçmek için içimde bir istek var mı, diye yokladım. Bir an sadece bir an; Berna’yı tanımayı, nelerden hoşlandığını öğrenmeyi, şarkı söylerken sesinin nasıl çıktığını duymayı, mutlu anılarını anlatırken gözlerini kısıp gülümsediğini görmeyi, aynı evi paylaşmayı, saçındaki ilk akı, yüzündeki ilk kırışıklığı öpmeyi, onunla bir ömür geçirmeyi düşündüm. Sonra sihrin bozulacağından, birbirimizi şu an sevdiğimiz kadar sevemeyeceğimizden, hiçbir zaman bu kadar mutlu, bu kadar dingin olmayacağımızdan korktum. Sevdamı sonsuza dek yaşatmak için suratımı çamurun ortasına gömüp, orada ölümü beklemeye başladım. Berna’ya ölümlerin en muhteşemini veriyordum, ona aşkımın bir suretini bırakıyordum. Çamurdan suretimin gözlerine bakınca insanlar hüznü değil aşkı göreceklerdi, ona ölümlerin en muhteşemini veriyordum, geriye aşkımın suretini bırakıyordum." (Mehmet Fırat Pürselim, Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri) -4

Komşu olduğumuzu bile bilmediğim beyaz pantolonlu yaşlı adamın intiharını polise bildirmek bana düştü. Benden başka arayan olmamış. İntiharına sebep olan nasıl bir acıydı kim bilir, benim ya da sizin acılarınızdan ne kadar daha büyüktü onun acıları. Neden katlanamamıştı? Hiç kimse çığlık atmamıştı ardından; evinin içinde yokluğu fark edilmeyecek kadar yalnız mıydı? Yanına gelen kimse yoktu, ölüp ölmediğini merak etmemişlerdi ya da görmezden gelmişlerdi aynı binada oturan komşuları. Polisle birlikte cankurtaran da geldi, birkaç saat sonra da savcı bey. Ekip arabasının üzerinde yazdı tutanağı. Beyaz pantolonlu adamı ve yere düşen acılarını alıp gittiler. Sonra kapıcı geldi, hortumla su tutup yerleri yıkadı. Hiçbir iz kalmadı beyaz pantolonlu yaşlı adamdan. İki gün sonra yoğurt almak için gittiğim bakkalın çırağı yırtılmış kâğıt bir külâhta mevlit şekeri uzattı, abla komşunun abisi ölmüş de sevaptır al bir tane, diyerek.

"En sevdiğim,
Yine delirecekmişim; bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum.
Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin.
Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse, seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı." (Virginia Woolf, eşine yazdığı veda mektubu) -5

Bazen bir rövanş edasıyla kendi arzusuyla gelmediği bu dünyadan bilinçli bir seçimle çekip gitmek ister insan, terk ediştir çoğu zaman. Hiç kimsenin bilmediği o büyük sırra vakıf olma tutkusudur belki. Amaç, yok oluşuyla geride kalanları cezalandırmak mıdır? Yaşadığımız çağın kötülüğüne, toplumdaki yabancılaşmaya katlanamayan birinin sessiz başkaldırısı da olabilir; sadece kendi acılarına kendi eliyle son verip huzura erme isteği de. Ölüme olduğu kadar yaşama da kafa tutmaktır; olmak ya da olmamak meselesidir intihar.

"İntihar etmeyeceksek içelim bari!" (Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi) -6


Sayfalarından iz sürdüğüm kitaplar:
1- Yalancı Tanıklar Kahvesi, Vedat Türkali –Turkuvaz
2- Kıran Resimleri, İnci Aral – Can Yayınları
3- Sırça Fanus, Sylvia Plath – Kırmızı Kedi
4- Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, Mehmet Fırat Pürselim – Aya Kitap
5- Virginia Woolf’un eşine yazdığı veda mektubu
6- Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu – İş Bankası

Bana eşlik eden şarkılar:
City of Angels Sound Track

Fatma Burçak
İstanbul, Aralık 2015



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil