Ne yazacağını bilmeden yazılmış kifayetsiz bir yazı!
Kaç gündür döndüm dolaştım, ne yapsam kafamın içinde büyük, küçük bir sürü soru işaretinin birbirine çarparak bölünüp çoğalmasını önleyemedim. Bir kelime aradım, bir cümle, belki bir fotoğraf ya da bir anı. Yok, zihnim hiçbir çağrıya yanıt vermedi. Süre doldu! Ekrana beyaz bir sayfa açtım. Parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirdim. Bekledim…
"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." (1)Galiba en iyisi yazının kendisine tutunmaktı. Bir sürü güzel kelime vardı beni kendine çeken. Onların büyülü tınılarına sığınıp belki bir fısıltının peşinden gidebilirdim. Bazı kelimeler çok güzel, diyerek açtım rastgele bir sayfa; Lûgat365, s.40, madde 36: kifâyet. “Yeteri kadar olma. Lazım olanı karşılama. Dilimize Arapçadan geçen kelime, kâfi kökünden türetilmiş olup, kâfi gelme mânâsında kullanılmaktadır.” Lise yıllarımda dilimden düşmeyen dizeler dökülüverdi.
“Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.” (2)
Yazdığım eski öykülere baktım, içime sinmedi. Yeni yazdıklarıma baktım, bitirecek kadar zaman yoktu. Çaresiz aranıp durmaya başladım siyah tuşlar üzerinde en sevdiğim kelimeleri, onları da bulamadım. Kaçmışlar benden. Kitaplarım geldi aklıma; her bir rafta iki sıra halinde kitaplıklara sıkıştırdığım, dönüp dolaşıp yeniden yeniden okuduklarım, bir kez okuyup unutamadıklarım, henüz tanışamadıklarım. Sakladılar benden yüzlerini. Oysa ne çok ihtiyacım vardı bana yapacakları bir çağrıya.
“Çağrının pek çok çeşidi vardır, ama yaşantının özü ve anlamı aynıdır: Ruhu uyandırır yaşantı, değiştirir ya da yüceltir onu, sonunda içten kaynaklanan düşlerin ve sezgilerin yerini ansızın dıştan gelen bir çağrı, bir gerçek parçası alır ve işe el atar.” (3)Ya kahramanlar gelemez miydi, şehrin çoğunun uykuda olduğu bu zamanlarda. Alanis Morissette dinlerdik birlikte ya da bizden bir ezgi; fısır fısır konuşurduk, dertleşirdik; bir bardak çay ya da bir fincan kahve ikram ederdim, yanında bir parça siyah çikolata; kiminin ellerine sarılmak isterdim, kiminin dizlerine başımı koymak, kimiyle sadece yan yana oturmak. İlkönce Dirmit gelirdi, belki benim yazdıklarıma bakar burun kıvırır bir yanda da o yazardı ya da ben yazacağım diye boğuşurken o dama çıkar etraftaki ışıklı pencerelerden içeri bakardı:
“Şehir beni herkes uyurken damda görünce, bu sırrı çözeceğimi sanıp bile bile korkuttu. Ben de ona inat onun sırrını çözüp açığa vurmazsam.” (4)Ona sorardım, Duvardan alıp göğsüne taktığın kırmızı karanfil soldu mu, diye. Bir de derdim ki, bizde çekeriz perdelerimizi hava kararmaya yüz tuttuğunda ama utançtan mı, kendini saklamaktan mı bilmem; belki de alışkanlıktır, nasıl alıştığımızı da bilmem.
Dirmit yukarıda ayla yıldızlarla konuşur, evlerin çiçekli duvar kâğıtlarına bakarken ansızın Tante Rosa süzülüverirdi açık pencereden. Ellerime, yüzüme, vücuduma bakar, bir dudak büküşle kadının kendini hep yeniden nasıl doğuruverdiğini anlatırdı belki bana.
“Senin bir ağaç gibi, bir kedi gibi, bir kanarya gibi, bir koltuk gibi, bir kağıt gibi, bir perde gibi, bir giysi gibi, bir kalem gibi, bir şapka gibi kuruyuverdiğin, uyuzlaşıverdiğin, ötmeyiverdiğin, yırtılıverdiğin, yıkılıverdiğin, eskiyiverdiğin, aşınıverdiğin, bitiverdiğin, uçuverdiğin demektir bu. Ancak bir ağaç kuruyuverir, bir ev yıkılıverir, bir makine duruverir, bir pabuç aşınıverir, ansızın bu anlaşılıverir ve hiç önemli değildir bu. Öncesiz ve sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir pabucun hakkıdır. Bir insanın, bir insanın ama, bir Rosa’nın niçin eskidiğini bilmem gerek, yeni Rosa’yı bunun üstüne kurmam gerek.” (5)Gözlerim kapanıverirdi bir sonraki cümleyi düşünürken. Kısacık bir an kendimi çok uzakta karlar içinde bir diyarda bulurdum belki, içim ürperirdi. Süsen’i görürdüm orada; kızıl saçlarından küçücük ellerinden, incecik kollarından tanırdım onu. Sırtı bana dönük, ufka bakardı, birini beklerdi; elleri usulca kulaklarına gider, küpelerini çıkarırdı kulaklarından…
“Tay yanı başıma gelmiş, bütün dumanını burnundan savurmuş, kedi yavrusu gibi koluma sürtünmüştür. Ben artık gitmem gereken ayrıma gelmişim. Sebahat giderken çok korkmuştur, ama ben korkmamışım. Ben başka türlü gitmekteyim. Atıma bineceğimdir, toz gibi kar savurup, ter içinde uçup gideceğimdir.Süsen, diye seslenirdim ardından; Sesimi duyuramazdım, elimi uzatır yakalayamazdım, koşardım. Düşerdim ve sonra derin bir kuyunun içinde karanlığa gözlerimi açardım.
Mavi boncuk bileziğimi çıkarmışım, ucunda gümüş paralar vardır, beş tanedir. Küpelerimi de çıkarmışım. Bir top kar yapıp üstüne bastırmışın onları. Hemen bulsunlar istemişim. Tay eşinmektedir. Ufuklarda toz bulutları birleşmektedir. Onlara yetişmemiz zamanıdır.” (6)
Yalnızdım. Gece bitmek üzereydi, Dirmit de, Rosa da çoktan kaybolmuşlardı düşlerimden. Süsen zaten… Çok derinden ürkek, yorgun bir ses geldi kulağıma. Kendi sesine yabancı, ihtiyar, hırpalanmış bir kadındı. Herkes üzerine basıp geçivermişti de o iyilik mi kötülük mü bilememişti.
“Kendimi yıllarca sıcak tutup yakılar yapmıştım. Horhor’daki konağın soğuk almaları gidip ana olmam geri gelsin diye. Bana yakın birileri olsun diye. Beni sevecek, hoş tutacak… Gerçi tanıdıklarım pek kötülük etmemişlerdi, gene de kötü olan bir şey vardı benim anlayamadığım. Bir şeyler düşünür olmuştum o ara.
Adsız sansız düşünmelerdir benim düşünmelerim. Daha çok renge benzerler. İç karatıcılarla iç açıcılar yan yanadır. Bazı bir kanarya sarısıdır geliverirdi. İçim hızlanır uçardım oradan oraya. İyiye benzettiğim her şeyin bana da olması için çok dua ettim, çok istedim.” (7)

Kifayet sözü çıkmıştı ya falımızda, yazık ki ne bu yazı ne de yazılmış ve yazılacak başka yazılar kifayet etmeyecek erkeğin kadın üzerinde bir hakkı olmadığını anlatmaya. Ve üç nokta…
Fatma Burçak
04 Mart 2016
Bu yazının konukları:
(1) Sait Faik Abasıyanık, Haritada Bir Nokta –öykü
(2) Orhan Veli Kanık, Anlatamıyorum –şiir
(3) Hermen Hesse, Boncuk Oyunu –roman
(4) Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm –roman
(5) Ayla Kutlu, Süsen Gitti –öykü
(6) Sevgi Soysal, Tante Rosa –roman
(7) Füruzan, Haraç –öykü
Bu yazının sesi:
Alanis Moriseette, Havoc and Bright Lights
*Bu yazının ilk hali Vagon Dergi'nin,Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder