Donmuş Bir Zaman: Unutkan Ayna


Yarın, atölye gruplarımdan birinde Gürsel Korat'ın Unutkan Ayna isimli romanını konuşacağız. Romanı ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. O zaman yazılarımla destek vermeye çalıştığım Gamlı Baykuş Dergisi için yazarla bir söyleşi yapma fırsatı bulunca da çok sevinmiştim. Bugün romana dönüp yeniden bakarken üzerinden beş yıldan fazla geçmiş olan o sıcak yaz gününü anımsadım. Söyleşinin kaybolup gitmesine gönlüm razı gelmedi. Hep okunacak yazarlarımızdan biridir Gürsel Korat.

***

Sabahın erken saati olmasına rağmen hava sıcak. Çok uzun zamandır gelmediğim Ankara’da trenden indiğimde büyük bir sürpriz karşılıyor beni. Yeni, modern, kocaman ve soğuk bir gar binası. Sağa sola bakınıyorum, neredeyim? Güzelim eski gar binasına ne oldu? Yeni binadan çıkıp, büyük bir sevinçle yıkılmadığını öğrendiğimiz eski gar binasına giriyoruz. Yanımda Aysel Karaca. Heykelin önünde Gürsel Korat’la buluşuyoruz. Bizi evinde ağırlamayı teklif ediyor. Eve doğru giderken Ankara’yı izliyorum arabanın camından. Benim anımsadığım gibi olmadığını fark ediyorum. Bu yıl Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görülen Unutkan Ayna’da Gürsel Korat anımsadıkça kanayan bir bellek yarasını anlatıyor bize. Kimseyi işaret etmeden, aynada görülüp unutulanları anlatıyor. İşte sorduklarımız ve yazarın anlattıkları:

F.B.- Unutkan Ayna, Türkiye için zor bir konuyu ustalıkla ele alan bir roman. Tehcir… Elbette roman, bize bir hikâye anlatıyor. Anlattığınız hikâyenin sürekli temiz tutmaya özen gösterdiğimiz geçmişimizdeki üzeri örtülen lekeleri açığa çıkarmak açısından bir üçüncü göz oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Bu konuyu seçerken endişeleriniz oldu mu?

G.K. - Genel olarak bizim edebiyatımızda yazardan ideolog olmasının beklendiğini görüyoruz. Hele bu tür konularda… Ne sorunumuz var, mübadele. Pek bir kıyım olmayınca ahlanmaya vahlanmaya gerek yok. Egenin iki yakasında yaşıyoruz, eski anılar, ah o zaman, her şey ne kadar iyiydi… Fakat bundan önce 1910’da biz bunların karşılığı olarak milliyetçi çetelerle Rumların ağzına tükürdük dediğin zaman, tamam ama onlar da bize yaptılar, deniyor. Benim burada aradığım şey kimin kime yaptığı değil ki, ben milliyetçiliğin nasıl bir bela olduğunun peşindeyim. Ulusal devletler kurulurken neler oldu, onu görmek durumundayım. Siyasal kimliklerimizi kullanmıyor muyuz? Edebiyatın dışında her yerde söylüyorum siyasal kimliğimi. Siyasal edebiyat yaptığım tek romanım Ay Şarkısı, o otobiyografik özellikler de taşıyan ilk romandır aslında. Bunun farkında olduğum için orada bile kendi düşüncesini tartışmaya açan, kendi iç dünyasını tartışmaya açan bir metin ortaya çıkarmaya çalıştım. 1987 yılında Edebiyat Dostları’nı çıkardığımızda ilk kez içinden geldiğim geleneğe itiraz ederek, toplumcu gerçekçiliği reddederek bir dergi çıkardık. O dönemde iç hesaplaşmaya daha çok yöneldik. Aynı şekilde edebiyat yapmayalım demiştik o zaman. Hep biz haklıyız, hep başkaları hatalı meselesini değiştirelim, başka türlü bir edebiyat yapalım. Edebi görüşü olmadan edebiyat yapan, kendini ifade etmek için edebiyat yapan insanlardan olmadım hiçbir zaman. Sanatın insanlığın uyanışında bir önemli halka, bilim gibi bir şey olduğunu düşünüyorum ben. İnsanla ilgili hakikati bulmuyorsam, Milan Kundera’nın sözü benim için çok önemlidir. İnsanla ilgili bir hakikati yeniden keşfetmediğim bir metin yazmam. Bu hep aklımdadır. 

F.B.- Bu hikâyeyi oluşturduğunuzda, kitabın ulaştığı okur için farklı bir bakış açısı oluşturmak gibi bir hedefiniz var mıydı?

G.K.- Bu hikâyeyi “tehcir oldu ama kimseye zarar verilmedi” tezinin içerisinden anlatmak mümkün. “Tehcir hiç olmadı” diye anlatmak da mümkün. Zaten bunlardan varmak istediğiniz yer anlaşılır. “Tehcir olunca insanlar zarar gördü” demek de mümkün. Bu da başka bir bakış açısıdır. Mesele şu, yazar öncelikle neyin peşinde yürüdü; sanat, mesele oluşturmanın peşine düştü mü; insanlarla ilgili bir hakikati aramanın peşinde yürüdü mü? Ben en çok bunu düşünürüm. Tehcirle ilgili düşüncelerini değiştireyim insanların, benim bakışım başka olduğu için, benim gibi düşünen birinin seçeceği bir konu. Biz ve ötekiler. Bende “biz” yok. Hangisinin biz olduğu belirsizdir, insanlar zarar gördüler.  Bunu hiçbir zaman dillendirmedim ama bu bakıştan yazıldığı bellidir. İnsanlar bunu kabul etmiş, etmemiş, değişmiş, değişmemiş diye bir şeyi hiç hesaba katmadım. Çünkü çalışırken şöyle bir sorumluluk duydum tam tersi olarak, ya Ermenileri incitecek bir şey yaparsam ya da Türkleri incitecek bir şey yaparsam… Hep iki taraflı bir kaygı duydum. Biz diye bakmazsanız, her iki tarafı da incitmekten korkuyorsunuz. Haklı olarak, senin bizimle çözemediğin problemin ne, sorusuna varabilir. Benim böyle bir problemim yok. Benim siyaseten bir problemim olabilir. Bu siyaseten olan durumu, biz ve ötekiler, biz ve iktidardakiler, biz ve geçmiştekiler diye ayırmam da doğru olmazdı. Hiçbir biçimde o “biz” duygusunu vermemem gerekiyordu. Ben bununla uğraştım aslında. İnsanlara bir siyasi hakikati açıklamak için değil, gerçekte “biz” duygusunu oluşturmadan bir hikâyeyi anlatmanın peşinde dolaştım. 

F.B.- Ayna ve zaman… Zaman sizin en büyük meselelerinizden biri. Neden “zaman”?

G.K.- Zamanla uğraşmak hoşuma gitti, beni çok çeldi. Burada çarpıcı olan şey şuydu. Çok uzun zamandır bu meseleyi düşünüyorum. Çocukluğumdan beri fotoğraflar benim ilgimi çekmiş. Hep şöyle düşündüğümü fark ettim. Sanki ölmüş kişiler, öleceklerini bildikleri son bir anda bakmışlar gibi. Eski fotoğraflar zaten öyledir ya, bir bakıştır. Bugünlerde her anınızın bir fotoğrafı olduğu için yaşam gibi daha çok. Ama eski fotoğraflarda öyle değildir, onlar da dururlar zaten, durup bakarlar. Dolayısıyla bu bir veda bakışı gibi görünebilir ya da başka bir şey. Her türlü yoruma açıktır o bakış. O yüzden de öyle yorumladığımı fark edip o an duruyor diye düşündüm. Romandaki en çarpıcı an da bilinmez geleceğe bakıyor ve sonra yıllar geçiyor biz o ana bakan kişinin yüzüne bakıyoruz. Ama bakan bizi görmüyor, biz onu görüyoruz. O belirsiz bir geleceğe bakarken bir de bilmediğimiz bir geçmişe bakıyoruz. Donmuş bir zamandır, donmuş bir aynadır, unutmuştur üzerindeki şeyi. Bu unutma meselesini defalarca başka yerlerde işleye işleye romanın içine yayarak zamanın donduğu bir kesit olarak alındığı ve bizi çok yakacak bir anı bulmakla ilgili bir çalışma oldu. Tabii ki en kritik şey de buydu. O yüzden kozmik anları yani fotoğrafa baktığınız anı, küçük küçük parçaları anlattım. Her biri bir aynada duran bir şey ama. 

F.B.- Unutkan Ayna’dan bakacak olursak zaman ve insan ilişkisi çok öne çıkıyor. Bütün Hallerinizle Efendim öyküsünde var: “O fotoğrafı çeken ben artık yaşamadığım halde vizörden baktığım an yaşayacak.” Sorum şu; bugün zaman-insan ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

G.K.- Günümüzde belirleyici olan şey hız. Hızlı olan hiçbir şeyin ayrıntısı belli olmaz.  Günümüzde zaman-insan ilişkisinin hızla ölçüldüğünü, dolayısıyla da insanlarda şimdiki zaman dışında belleğin olmadığını düşünüyorum. Geçmişle ve gelecekle ilgili derin bir ilginin ve bilginin olmadığını düşünüyorum. Sürekli şimdiyi tüketen, şimdiyle sınırlanmış olan ve haklı olarak da gelecekte ne olacağını kestiremeyen,  geçmişin hiçbir işe yaramadığını ve korumanın gerekmediğini düşünen bir yaşam biçimi var. İnsan olarak diyalektik bütünlüğü olmayan, geçmişin ve geleceğin şimdiki zamanı biçimlendirdiği ve hepsini bir arada tükettiğimiz bir noktadayız. Günümüzde her yere ve her şeye çok hızlı ulaşabildiğimiz için sorumluluk duymuyoruz. Doğaya, topluma, insana karşı sorumluluk duymadığımız için de çok kolay yıkıp vazgeçebiliyoruz.

F.B.- Güçlü kadın karakterleriniz var. Kadın bakış açısını, düşünce biçimini hatta kadınların duygusal gelgitlerini aktarmakta da çok başarılı olduğunuzu düşünüyorum. Yaşama kadın gözüyle bakabilmek nasıl bir şey bir erkek olarak?

G.K.- Doğrusunu söylemek gerekirse iyice düşünmem gerekiyor. Anlatıcı hangi cinstense o dille yazmasına alışmışız. Yazar erkekse bunu yazan erkek ya da tam tersi. Kadın yazarlığı, diye bir şey var. Hâlbuki ben yıllar önce Kristal Bahçe’de, kadın yazar kavramı kadını küçülten bir şeydir, diyerek itiraz etmiştim. Ben yazarın cinsel kimliğinin olmadığını düşünüyorum. Bence yazar ne erkek, ne kadın, ne de eşcinseldir; yazar dördüncü cinstir, hepsidir. Dolayısıyla ele aldığı konu kadın davranışıysa, kadın davranışı nasıl oluyor diye bakmanız, düşünmeniz gerekiyor. Soruyorum, tartışıyorum, üzerinde düşünüyorum, kendi kafamdan karar vermemeye çalışıyorum. Kadın davranışı denen bir düşünme tarzı var mı, öyle bir daire var mı; bu durumda kadın olsa ne yapar, erkek olsa ne yapar diye düşünüyorum. 

F.B- Unutkan Ayna’yı ilk elime aldığımda içindekiler sayfası dikkatimi çekmişti. Orada bir metin var, hatta bence şiirsel bir metin. Bir söyleşinizde şöyle demişsiniz; “İçindekiler sayfasına yazdığım her cümle benim ilk kitabımdan bugüne bütün romanlarımdaki olayları düşünerek kurduğum özlü sözlerdir. Unutkan Ayna’ya adeta baskına gelmişlerdir, yeni bir bağlam oluşturmuşlardır, bölümlere esin ve ruh katmışlardır.” Neden böyle bir bağlam oluşturmak istediniz?

G.K.- Metin beni çağırıyor. Çizgili Sarı Defter’de “hiçbir zaman yetişmez öbür zamana” diye bir söz var. Unutkan Ayna’da da var. Ona refere ettim. Yazar olarak bir bütünlük de sağladığını düşünüyorum. O söz o kadar güçlü ki, bir öyküde kullanmışım. Borges’in davranışının farklı bir biçimini sergilemiş oluyorsun. O hayali yazarlara referans yaparken ben kendi metinlerime referans yapıyorum. Hiç değilse bu kitap diğerlerini de hatırlatsın, diğer kitaplarımda da zamanla ilgili aforizmalar vardı. O aforizmaların esiniyle yazdım pek çok şeyi. İçindekiler sayfası da coşkuyla yazdığım bir anda ortaya çıkan bir şey. 

F.B.- Dille ilişkinizi nasıl tarif etmek istersiniz, diye soracağım. Dil sizin için nedir? Ama “Başkalaşım” öykünüzdeki yok olan diller ve ortaya çıkan yeni dil kavramının da okurken beni çok etkilediğini söylemeden geçmeyeyim. 

G.K.- Dünya dillerinin kaybolması, İngilizcenin diğer dillerden aldıklarıyla bir dünya diline dönüşmesi ama İngilizce olmaktan çıkması ve “worldish” olması mümkün. Bir distopya ama olabilir. Bizim dilimizde de –force et, diyor mesela – yüklemler, kısaltmalar beni düşündürdü. Hiçbir dil yaşamaz diye düşündüm. Fetihler, ticaret, daha bir sürü belirleyici şey var bir dilin yaygınlaşmasında. Dille ilgili bu mesele bir türlü nasıl cevap vereceğimi bilemediğim bir mesele. İnsanın doğduğu ve işittiği dilde kendini ifade etmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dille ilgili bir coğrafya tasarlıyorum. O yüzden de dilin konuşulduğu coğrafyayı hedefliyorum. Oradan çıkan dilin üzerinde çalışıyorum. Dil meselesini de anavatan olarak görüp oradan ilerlemeye çalışıyorum. Bütün deyişler, deyimler, söz yapısı, anlatım tarzı hep oralardan damıttığım şeylerdir. Tesadüfi değil yani.

F.B.- Hem roman hem öykü yazıyorsunuz. Oyunlaştırdığınız eserler var. Roman ve öykü arasında bir tercih yapmanız gerekse, kendinizi hangi türün içinde daha rahat, ona daha yakın hissediyorsunuz?

G.K.- Kendimi romana daha yakın ve rahat hissederim ama bu öyküyü incitir diye korkarım. Öyküyü de çok severek, bir roman kadar zor yazıyorum. Herhangi bir öyküyü senelerce düşündüğüm oldu. 

F.B.- Yaşar Kemal der ki, ben aslında tek bir roman yazdım. Genellikle bir yazarın tüm eserlerinin bir ya da iki fikir etrafında döndüğü söylenir. Sizin de bir zaman meseleniz var, Kapadokya’yı coğrafi olarak kullanıyorsunuz. Bu fikre katılıyor musunuz?

G.K.- Bu iki yönüyle tartışılabilir bir konudur. Bir yönüyle hep aynı şeyi yazıyoruz diğer yandan da düşündüğünüz zaman böyle yapmamaya gayret ettiğinizi de görürsünüz. Ben aslında birbirine benzer şeyler yazmamak için şöyle bir ilkeyi kurmaya çalıştım: Başka yazarlar gibi yazmamak ve kendi yazdığım gibi yazmamak. Yazdığım metin daha önce yazdıklarıma benzemeye başladığı an müdahale ederim ya da onu farklılaştıracak bir düzlem bulmaya çalışırım. Birbirine çok benzeyen iki hikâyeyi Güvercine Ağıt’ta ve Kalenderiye’de anlattım. Her ikisi de bir dervişin âşık olmasını anlatır ama başka yüzlerini gösterir. Kast edilen, biz aslında benzer bir diller benzer bir karakter dizilişiyle yazıyoruz, demekse; yok, ben ona da katılmıyorum. Dil açısından da hem aynı gibi hem de değil. Farklı dönemlerdeki Orta Anadolu Türkçesini edebiyat seviyesine yükselttim. Aynı gibi görünen hikâyelerde başka kişileri, hikâyenin başka yüzlerini anlattım. Vatan budur işte. 

F.B.- Biraz önceki soruya da döndük aslında. Zaman meseleniz var ama dil meseleniz de var. Her kitapta farklı bir dili yaratıyorsunuz. Başka bir soruyla devam edelim. Anlatacağınız hikâye üzerine çok düşünüyorsunuz, çok zamanınızı alıyor belki çok okuyorsunuz. Başlamadan önce her şey kafanızda şekillenmiş oluyor mu yoksa yazarken değişiyor mu?

G.K.- Yazma süreci, yaratım süreci. Bazen yeni kişiler istiyor, o yeni kişiler bir sürü zorluk çıkarıyor. Eski kişilerden bazısı gereksiz oluyor ya da gerekliyse nasıl dâhil olacak… Yani bir altın makasınız olacak yanınızda, sürekli olarak doğrayacaksınız. Bazı insanlar biçim değiştirecekler, ilk doğdukları gibi yer alamayacaklar hikâyenin içinde başka bir şekilde yol alacaklar. Bazen sürpriz yapacaklar birden bire. Mesela çok uzun süre sonunu bilmiyordum Unutkan Ayna’nın. Benim için de çok sürprizdir. Ben başka türlü biteceğini düşünüyordum; kaçıp kurtuluyorlar sonra yazdıkça bunun için roman yazılır mı demeye başladım. Bu ne ya, dedim kendi kendime. Kızdım. Sen okuru rahatlatmamalısın, öyle bir silkelemelisin ki… Böyle bir şeyim var, başı ve sonu çok çarpıcı olmayan bir şeyi yazmamaya çalışırım. 

F.B.- Etkisinde kaldığınız, size esin kaynağı olan yazarlar var mı? Hangi yönleri sizi etkiledi?

G.K.- Etkilendiğim yazarlar tartışmasız olarak bütün batı romanının tarihi yazarları benim için çok önemlidir. Ibanez -Mahşerin Dört Atlısı, Tolstoy, Balzac başta olmak üzere Fransız Edebiyatı ilk aklıma gelenler. Bir güney hattı çizebiliriz. Ama bir yoruma göre de Rus edebiyatı Balzac da dâhil olmak üzere bütün bunları özümsemiştir. Herkes kendi gittiği yolu bilir, ben de güney hattının yazarı olmaya gayret ediyorum. Bu nedir; daha çok hikâyesi belli, olay örgüsüne dayanan çarpıcı bir şey söylemeye ve insanların keşfine dayanmaya çalışan bir edebiyat yapma peşindeyim. Ben söz oyunları ve kahramanın iç dünyasını çok sorgulandığı büyük içsel, kafkaesk edebiyat yapmam. Seve seve okumak başka ama benim yolum, benim yazarlığım o değil. Kavram ve bilgiyi edebi sezgiye dönüştürmek isteyen bir yerden gelirim; derin ve katmanlıdır, kolay olmadığının farkındayım ama eğlenceli olduğunu düşünüyorum. Kendi gittiğim yolu seviyorum.

F.B.- İyi bir edebiyat eleştirisi olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce günümüz edebiyatına katkısı nedir?

G.K.- Eleştirinin başarılı olabilmesi için yazarların dünyası kadar içerden duymaları gerekir, ben duyulduğunu düşünmüyorum. Yazarlar kendileri müdahale ediyorlar o yüzden. Ben de Oscar Wild gibi düşünüyorum, her yazar aynı zamanda bir eleştirmendir. Yapmayarak seçmiş olduğu şeyi gösterir, şöyle yapılmalı diyerek doğruyu gösterir. Oscar Wild’ın Emile Zola ile tartışması gibi kavramlarla edebiyat yapmalıyız. İyi kitap vardır, kötü kitap vardır diye Zola’ya ateş püskürür. Ben Zola’nın da tarafındayım üstelik sadece Wild gibi de düşünmüyorum. Ama bunlar derin insanlar, böyle tartışabilmişler. Ben bizde daha çok işin popüler edebiyattan gittiği düşüncesindeyim. Kendi fikirlerimi de beyan etmiş yazarlardan biriyim. Kristal Bahçe’de yaptığım da budur. Yazarlar bir ölçüde kendilerini ortaya koyuyorlar.

Okuduğunuz bu söyleşi sayfalarımıza sığabilen cümlelerden oluşuyor. Aslında söyleşi de sohbette saatler boyu sürdü. Gürsel Bey’in pişirdiği lezzetli yemeğimizi yedikten sonra günü bitirdik. Dönerken eski gar binasının içinde durdum birkaç dakika. Kaderine terk edilmiş, hüzünlü, sıcak bir bakıştı. 

*Söyleşi 13 Temmuz 2017 tarihinde Gamlı Baykuş Dergisi için yapılmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye