Yolculuğun Başlangıcı

“Kendini götürdüğün sürece gitmen mümkün değil”*

 *Sokrates


 İlk yol anılarım babamın arabasıyla yaptığımız Anadolu yolculuklarına dayanıyor. Büyük bir şirkette müfettiş olarak çalışan babam sorumlu olduğu bölge içinde sık sık seyahate gider, mevsim elverdiğince bizi de götürürdü yanında. Koyu yeşil Murat 124 marka otomobilimizin ön ve arka koltuklar arasındaki boşluklarına bavullar yerleştirilir, üzerine kat kat örtüler serilerek kardeşimle bana rahatça oyun oynayabileceğimiz, uyuyabileceğimiz bir alanı yaratırdı annemle babam. Annem ön koltukta bacaklarının arasına yerleştirdiği bir sepetten meyve, su, kuruyemiş verirdi. Belki çok küçükken tanıştığım için bu kadar seviyorum yolda olmayı. Kardeşim babamın koltuğunun arkasına geçip daha hızlı gitmemiz için tüm gücüyle onu itmeye çalışır; o da solladığı her arabadan sonra aynadan gülerek bakar “aferin aslan oğlum” cümlesiyle ödüllendirirdi bu çabayı. Daha önce temizliğini, lezzetlerini denemiş olduğu derme çatma yol lokantalarında ve benzin istasyonlarında mola verirdik. Buraların çalışanları, müdavimleri tarafından tanınan babam, dünyanın en önemli insanı oluverirdi bir anda. Kardeşim arka camın içindeki boşluğa girer, ardımızdan gelen arabalara el sallar hatta bazen orada uyuyakalırdı. Henüz ilkokula gidecek yaşta bile olmadığımdan okuyamasam da neredeyse içinde yazan her kelimeyi çoktan ezberlemiş olduğum Ayşegül kitaplarının sayfalarını çevirir dururdum. Ama en çok arabanın penceresinden dışarıda uzanan uçsuz bucaksız bozkırı seyretmeyi ve hayaller kurmayı severdim.

"Yolla bütünleşiyorum. Yolun tarihiyle de. Üstünden geçip gidenlerin ruh halleri, açlıkları-toklukları, hayalleri, kederleri, sevinçleri zerreler halinde üstüme dökülüyor… Yoldaki insanın, bir yerde uzun süre konaklayamayanın, mayasında gitmek olanın, hayatı gittiği yerler kadar gitmediği yerlerle tarif edenin ruhundan bir soluk karışıyor otomobilin içinde dans eden rüzgâra; belli belirsiz bir uğultu, duymadığım seslerin ezgisini getiriyor kulaklarıma. Ayrılıkların ve kavuşmaların, kavuşamamaların özünden bir şarkıyı dinler gibi ilerliyorum yolun ıssızlığında." (Nalan Barbarosoğlu, Yol Arkadaşım Harita)-1

O zaman ne duble yollar, ne paralı otobanlar, ne marketi, oteli içinde benzin istasyonları vardı. Yola çıkarken tedbirli davranmayı seven babam bagajda küçük bir bidonla benzin ve kocaman bir alet çantası taşırdı. Radyo her yerde çekmez, kaset biraz tıngırdayıp sarar, sonunda ya sessizlik ya da bizim seslerimiz doldururdu arabayı. Yol kenarında gördüğümüz sürülerin içindeki kuzuları, oğlakları, buzağıları birbirimize gösterirdik kardeşimle.  Köylülerden sepetle meyve alır, buz gibi derelere ayaklarımızı sokardık. Dedim ya kanıma işlemiş olmalı yolda olmak.  İlk hatırladığım şehirler Tokat, Samsun ve Konya. Ama hangisi daha önceydi bilmiyorum. Üstelik o şehirler de benim anımsadığım gibi değil çoktandır. Okula başladığımda, babamla birlikte seyahate gidemeyeceğimize üzülmüştüm.

Uçak yolculukları daha konforlu, daha hızlı ve daha az yorucu olsa da ben tekerlek üzerinde gitmeyi yeğliyorum. Arabayla giderken istediğim yerde durabilme özgürlüğünü, yol kenarındaki ağaçlara, çiçeklere, insanlara selam verebilmeyi, üç beş kelime hasbihal edebilmeyi seviyorum. Dere mere kalmadı ayaklarımı sokabileceğim, kendi halinde akıp giden. Ama başımın üzerinde bulutlar, camdan giren toprak kokusu, bir avuç ot için zıplaya zıplaya dolanan kuzular, oğlaklar hâlâ var. Radyo her yerde çekiyor, sevdiğim birkaç CD eşlik ediyor keyfime. Üstelik arabanın içinde bağıra çağıra şarkı bile söyleyebiliyorum kimin duyacağına aldırış etmeden. Yeni açılan lokantaları, daha önce dikkat etmediğim köy evlerini, piknik yerlerini, sahilleri ve ne yazık ki yok olan yeşili, ormanı görüp duyuyorum yolda giderken.

"İki saattir yoldayım.
Yol için hazırladığım türkü albümü başa dönüyor. Fatsa’dan sonra, otobanı ve tüneli tercih etmiyorum. Eski yoldan, Perşembe yolundan ilerliyorum.
Bolaman’ın dönemeçleri… Ağaçlar, alacakaranlıkta yeryüzüne uzanan asi bir nehir gibi yemyeşil akıp gitmekte… Karadeniz’de kış şafağı söküyor. Sanki gök, denizden çıkıp suları sıza sıza havaya yükseliyor. Dağ ve yamaç… Çiçek açmış yamaçlar, doruğu karlı dağlar…" (Sıddık Akbayır, Yol Günlükleri)-1

Çocukluğumda zihnime kazınan sadece araba yolculukları değil. Hatırladığım ilk trenler Bakırköy’de annemin götürdüğü parkta oyun oynayıp papatya toplarken düdüğünü öttüre öttüre geçen banliyö trenleriydi. Küçücük elimi belki de hiç görmeyen insanlara, trenin penceresinden beni fark edebileceklerini sanarak sevinçle salladığımı hatırlıyorum.

"Geçide tam zamanında varmış, lokomotifi ve yük katarlarıyla birlikte bütün trenin geçişini görebilmişti. Makiniste el salladı, ama makinist onun selamını almadı. Trendeki beş kişiye daha el salladıysa da hiçbiri oralı olmadı. Ne olurdu el sallasalardı sanki, ama yapmadılar işte. O sırada yük vagonunun kenarına abanmış bir zenci göründü. Ulysses, adamın trenin gürültüsünü bastıran bir sesle söylediği şarkıyı duydu:
 Artık ağlama sevgilim, ağlama artık bugün
Kentucky’deki eski evimiz için şarkı söyleyeceğiz,
Çok uzaklarda, Kentucky’deki eski evimiz için
Ulysses Zenci’ye de el salladı ve o an beklenmedik, harikulade bir şey oldu. Bu adam, bu siyah, ötekilerin hepsinden farklı olan bu adam, Ulysses’e seslenerek el salladı: ‘Evime gidiyorum evlat. Ait olduğum yere dönüyorum.’
Küçük oğlanla Zenci, tren neredeyse gözden kayboluncaya kadar birbirlerine el salladılar." (İnsanlık Komedisi, William Saroyan)-2

İlkokul ikinci sınıftayken Erenköy tren istasyonuna çok yakın bir eve taşındık. İlk haftalarda tren sesine alışamadığımız için geceleri hele ki yük katarları geçerken uykularımız bölünürdü. Yirmi iki yıl oturduğumuz o evdeki odamın penceresinden uzanabildiğim ceviz ağacının dalları arasından tren yolu görünürdü.  Kızıltoprak istasyonunun hemen yanındaki Kent sinemasına gitmek için Cumartesi sabahları banliyö trenine binerdik. Teneke Trampet’i, Şampiyon’u bu sinemada izledim, şimdi yerinde apartman blokları var. Haydarpaşa Garı çocukluğumun seslerini saklar kuytularında. İlkokul öğretmenimizle yaptığımız geziyi, Haydarpaşa’daki kontrol odalarında gördüğüm cihazları hâlâ anımsarım. Oysa bugünlerde sessiz ve yaralı bir bilgelikle martılara ev sahipliği yapıyor sadece. Tren seslerinden, insanların telaşesinden uzaklaştırılmış, kandırılmış, küskün. Biz hâlâ garımızda tren düdüğünün yankılanacağı günü bekliyoruz. #DirenHaydarpaşa!

"Gerçekten de lokomotifin düdük sesi duyuluyordu uzaktan. Birkaç dakika sonra peron sarsılmaya başladı ve orta tekerlek üzerindeki yavaş ve ölçülü hareketlerle eğilip bükülen pistonu ve etrafına selam veren, sarınıp bürünmüş, üstü başı kırağı tutmuş makinistiyle lokomotif, soğuk hava yüzünden aşağı çöken buharlarını salarak geçti; kömür vagonunun arkasından içinde bagajların ve ciyak ciyak bağıran bir köpeğin bulunduğu yük vagonu gitgide yavaşlayarak ve peronu daha da fazla sarsarak geçmeye başladı; nihayet, tamamen durmadan önce son kez sarsılarak yolcu vagonları yaklaştı.
Gözü pek bir kondüktör, daha tren hareket halindeyken düdük çalarak aşağı atladı, onun ardından da sabırsız yolcular bir bir inmeye başladı; dimdik duran ve sert bakışlarla çevreye göz gezdiren bir muhafız subayı; elinde çantasıyla yerinde duramayan ve neşeyle gülümseyen bir tüccar; omzuna attığı torbasıyla bir köylü." (L.N.Tolstoy, Anna Karenina)-3

Ben en çok İstanbul ve Ankara arasındaki tren yolculuklarını severim. Ankara yolculuklarının en güzeli trenle yapılır(dı). Hızlı tren de aynı tadı veriyor mu, bilmiyorum; henüz denemedim. Cuma gecesi 23.30 da Fatih Ekspresi’ne biner, ertesi sabah kahvaltıya yetişirdim Ankara’daki arkadaşımın evine. Trene biner binmez çantamı yerleştirir sonra da restoran vagonunun açılmasını beklerdim. Trenle seyahat etmek biraz da restoran vagonunun keyfini çıkarmak demektir. O saatte yemek servisi olmazdı ama patates kızartması ve bira keyfi yapabilirdik (bira içilebiliyor mu hâlâ?), bir de üstüne kahve… Restoran kapanınca koltuğuma yerleşir, kulağıma müziğimi takar, kendimi trenin sallantısına bırakır ve çuf çuf sesinin uykumu usulca davet etmesini beklerdim. En güzel yol uykularını trenlerde uyudum ben, beşikte uyurmuş gibi, mavi kadife kaplı rahat koltuklarda. Ve Ankara’ya gelişin en güzel anısıdır Ankara Garı.

"Ankara Garı da diğer ana/anaç garlar gibi güne gülümseyerek, neşeli ve dingin başlar. Yer gök, güvercinler, çevredeki simitçiler, yüzde doksanı Haymanalı olan gar taksicileri, yolcular, hamallar, demiryolcular, garın kaşı gözü, mermeri taşı, yüksek tavanlı bekleme salonu, o salonun alabildiğine estetik, eskilerde tren sesini andırır gıcırdayarak açılan kapıları da güne gülümseyerek başlar ve sadece Ankara Garı’nın değil her garın en sevinçli olduğu zaman garda hayatın devam ettiği zamandır." (Mehmet Aycı, Ankara’nın Garına Bak)-4

Sonra başımı cama dayayıp hayallere daldığım otobüs yolculukları. Molalarda rastladığım insan portreleri. En çok da kendimle baş başa geçirdiğim saatler. Hele gece yapıyorsam otobüs yolculuğunu ve bir de uyku tutmadıysa bu kez yol içinde başka bir yol açılır en derine doğru.

"Yahu unutsana artık. Kaç yıl geçmiş. Hatırası kıt kocakarılar gibi dönüp dolaşıp aynı noktaya takılıyorsun. Kanyağı az mı içtim, çok mu içtim? Olmadı. Tutmadı. Bu oyunu şu otobüs oynuyor bana… Camın kıyısından sızan soğuk… Geçmişe, Ankara’mıza doğru yapılan bu yolculuk oynuyor…

Gebze sırtları karanlıklar içinde. Birkaç ışık, birkaç far; ölü, ölez, pısmış. Buraları böyle pısırık mıydı? Böyle sessiz? Her şeyin üstüne ölü toprağı serpildi sanki. Gebze sırtlarında yine de tek katlı bir yapı seçilebiliyor. Orada bir delikanlı saklanıyor mudur şimdi?

Çok geçmez bir yerlerde dururuz. Gecenin soğuğu çilli kızın tokadı gibi çarpar yüzüme. Beni istemeden ayıltır."(Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu)-5

Otobüs yolculukları şaşırtıcıdır, neyle ya da kiminle karşılaşacağını bilemezsin. Üstelik kaçamazsın da, tren kadar hızlı ya da otomobil kadar özgür değildir yollar.  Kaç yıl önce olduğunu hatırlamıyorum ama henüz anne olmamıştım. Güneye doğru gidiyordum tatil için, mola verdiğimiz tesiste yıllardır görmediğim kuzenimle karşılaştım. O dönüyordu. Ayranımı içip otobüse geri döndüğümde geçmişe yol aldım istemeden; ne olmuştu da yolda karşılaşan iki yabancı oluvermiştik. Soğuk bir selamla neredeyse hiç değmeden birbirimize geçip gitmiştik.

"Gündüz gözüyle yapılan otobüs yolculuklarını sevmek için bir neden daha:
Kasanın arkasında ‘ben geliyorum / hadi sen de gel’ yazılı kamyonu sözgelimi…
Kasasının arkasında ‘derdimi sordun / dinlemeye mecbursun’ yazılı bir başka kamyon sözgelimi…
Kasasının arkasında ‘gün akşam oldu / hâlâ gurbetteyim’ yazılı bir bambaşka bir kamyonu sözgelimi…
Ve kasasının arkasında kara sevda, ince keder, şırıl sevinç, derin duygu gezdiren daha nice kamyonu ne trenden giderken ne vapurda giderken ne de uçakta…" (Sina Akyol, Benim Otobüslerim)-1

 Gitmek! Varmaktan çok yolda olma hali; aynı güneşe, aynı aya başka topraklardan bakmak, yaşamlarımıza yeni pencereler açmak. Ve tekrar gidebilmek için dönmek. Belki de dönmek, yeniden yeniden kavuşmak için seviyorum kendimi yola vurmayı. Annem neredeyse bebek sayılacak yaşlarda bile babamın dönüşünü beklediğimi anlatır. Uzun süreli seyahate gittiğinde gece yarısı uyanıp “baba” diye seslenir, sesini alamadığımda saatlerce yatağımda oturup beklermişim. Ağlamadan, sadece beklermişim. Belki dönmeme ihtimalini seviyorum gitmenin; gittikçe uzayan, sona ermeyen yolları seviyorum. Ya da belki her şeyi arkada bırakabilme umudunu seviyorum, her ne kadar Sokrates “kendini götürdüğün sürece gitmen mümkün değil” dese de. Yaşam başladığı andan itibaren sürekli bir gitme hali değil mi zaten…

"Yolculuklar ilginçtir. Yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar. Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. İnsanlardan geçilir. Irmaklar görülür. İnsanlar görülür. Kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir. Sonra herhangi bir ormanla karşılaşırsın. Belki birkaç gün önce geçtiğin bir orman. Bir kent. Ağaçların kızıl kahverengiliğini, yeşilini, çıplaklığını algılamış mıydım, diye sorarsın kendi kendine. Yol kıyısında bir başına bir çocuk durur. Büyük bir siyah şemsiye tutar elinde. Yeşil, yün örgüsü bir başlık giymiştir. Elinde gene yeşil, cırtlak yeşil bir plastik torba tutuyordur. Yanı başında güttüğü iki koyun durur. Çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde değildir. Ve diğer dünyaların. Her insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. Sonra yol ilerler. Dünyalara açılan, yeni yaşamlardır yolculuklar."(Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü)-6


Sayfalarından yol açtığım kitaplar:
1- Cümleten İyi Yolculuklar, Der: Haydar Ergülen – Kırmızı Kedi
2- İnsanlık Komedisi, William Saroyan – Aras
3- Anna Karenina, L.N. Tolstoy – İş Bankası
4- Memleket Garları, Haz: Kemal Varol – İletişim
5- Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu – İş Bankası
6- Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü – Ada

Yol boyu dinlediğim müzik:
Özdemir Erdoğan (Boyabat Pirinci ve  Yorumcu albümleri)

Fatma Burçak
İstanbul, Temmuz 2015

***Bu yazı EDEBİAT Dergisi,Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır.***

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil