“Yalnızlık Dünyayı Doldurmuş.”



İstanbul deyince zihnimize pek çok imge üşüşür ki Adalar da bunların içinde en mavisi, en yosun kokulusu ve en çok hikâye yüklü olanıdır. Prens Adaları’nın en büyük üçüncüsü Burgaz, Heybeli ile Kınalı’nın arasında, bize Hişt! Hişt! diye seslenen Sait Faik’in evi ve adasıdır.  Yalnız Burgaz değil İstanbul da bir kent olarak yazarın ömrünü geçirip içinde adım adım dolandığı, özlediği, yaşadığı ve yazdığı şehirdir. Kentsel özelliklerinin yanında tarihi, doğası ve insanıyla nefes alıp veren vazgeçilmez bir dost hatta bazen sevgili olur çıkar. Eserlerinde izlenimlerinden, tanıklıklarından, deneyimlerinden, anılarından yararlanmıştır. Bugünkü kadarını tahmin edebilir miydi emin değilim ama o kentin kalabalığını sever çünkü İstanbul içinde insan olmazsa cansız bir varlıktan, güzel ama ölü manzaradan başka bir şey değildir. Sait Faik’in hayatı da eserleri üzerinden okunabilir; öykülerindeki kişilerde, mekânlarda, kentlerde, olaylarda her zaman geçmişinden izler bulmak mümkündür. 

İlk baskısı 1936 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan ilk kitabı Semaver’deki öykülerden itibaren tüm eserlerinde “küçük ve sıradan” insanlarla tanışırız. Kitaba adını veren öyküde bir fabrikada çalışan, sabah kaynayan semaverin küçük dünyalarındaki huzuru temsil ettiği Ali ile annesinin beraberliği Sait Faik ile annesi Makbule Hanım arasındaki ilişkiyi anımsatır. İstanbul’un insanları, Haliç’te sert ve sisli geçen kışların yaşayanlar üzerindeki etkisi, bozuk kaldırımlar üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe giden mektep hocalarının, celeplerin, kasapların fabrikanın üstünde biraz dinlenirken üstüne zencefil serpilmiş salep içmeleri gözümüzde canlanıverir.  Stelyanos Hrisopulos adlı Rum balıkçı ile torunu Trifon’un hikâyesinde kıt kanaat geçinen balıkçılar gelir karşımıza, Trifon gibi olgun ve akıllı olmayabilir tüm çocuklar, hayaller de suya bırakılan bir gemi gibi batabilir yüreğinizi burkarak. 

1939 yılında yayımlanmış olan Sarnıç’taki öykülerinden Kalorifer ve Bahar’da İstanbul’un merkezine uzak bir semtte oturan insanların hayatlarına konuk oluruz. O mahallelerden şehrin merkezine gitmek, İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelmekten çok daha zordur. İstanbul’u camileri, camileri ise kapısında dilencileri olmadan düşünmek mümkün mü? Ya cami kapısındaki dilencinin hayali ne olabilir sizce? Evet, bildiniz. Mütevazı bir iş sahibi olmak ister, Bir Karpuz Sergisi olsa mesela. Kumkapı, Galata, Beyazıt, Beyoğlu, Gülhane kendini gösterir Sait Faik öykülerinde. Mesela Galata Köprüsü –elbette eski olanından bahsediyoruz- üzerinde durup gelip geçen vapurları izleyen, elbisesinden gemiciliği dökülen bir adam ile üstünden başından amele olduğu anlaşılan bir adam hiç konuşmadan yan yana cigaralarını tüttürerek Üsküdar’ın ışıklarına dalıp giderler Mavnalar öyküsünde. 

Şahmerdan 1940 yılında basılır. Hikâyelerden çoğu İstanbul’da geçer. Üsküdar İskelesi’nden aldığı piyangoya ikramiye çıkınca meczuba dönen Recai Efendi ile karısına kızıp Yassıada’ya kaçan Fındık Ali’yi, Kaşıkadası’nda krallığını ilan eden Ali Rıza’yı tanırız. Paşazade hikâyesindeki anlatıcının anlattıklarıyla yazarın çocukluk anıları, konak yaşamına dair izler taşır.

1948’de Varlık Yayınları tarafından ilk baskısı yapılan Lüzumsuz Adam’a ismini veren öyküyle tanıştığımız Mansur Bey mahallesinden pek memnundur. Levantenlerin, Rumların, Yahudilerin yaşadığı, Türklerin bulunmadığı bir mahallede yaşamakta ve civardaki üç dört sokak dışında başka bir yere gitmemektedir. Yedi yıl sonra bir gün Saraçhane’ye çıkar, İstanbul değişmiştir; ertesi gün Maçka’ya gider. Yedi sene daha mahallesinden çıkmamaya karar vermiştir ama… Kocamustafapaşa’daki Sümbüllü Kahve’den Burgaz Ada’ya, Beyoğlu’ndan Karaköy’e tüm İstanbul’u dolaşırken yazarın öykülerindeki değişim de göze çarpar. 

1952’de Birtakım İnsanlar adıyla yayımlanan Medarı Maişet Motoru’nun serüveni 1940’da başlamıştır. Yeni Mecmua’da tefrika edilirken de “sakıncalı” bulunan romanı için yayımcı bulmakta zorlanan Sait Faik 1944’de kendi olanaklarını kullanarak annesinin maddi desteğiyle romanını yayımlatır. Ancak bakanlar kurulu kararıyla toplatılan eser bazı bölümleri çıkarılarak sekiz yıl sonra 1952’de eksilmiş haliyle okuruna ulaşır. Romandaki Medarı Maişet adlı balıkçı motorunun adı Sait Faik’in bir şiirinden Ceylanı Bahri adını alır. 1970’ten sonra roman özgün adıyla basılabilir. Sansürlenen bölümler, yazarın roman karakterlerine söylettiği sosyal adalet, yoksulluğun azaltılması üzerine düşünceleridir. 11 Kasım 1949 tarihli bir röportajda “Medarı Maişet isimli bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı tozpembe görüyorum diye mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken iki bin lira mahkeme masrafı ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!”  der Sait Faik. Romanı kahramanı Fahri gibi Sait Faik de Maçka’da bir apartmanda yaşayan anne ve babasının tek çocuğudur. Fahri’nin ailesi de Sait Faik’in ailesi de Adapazarı’nın önde gelen ailelerindendir ve maddi sıkıntıları yoktur. Ayrıca Fahri’nin Darülfünun’da Edebiyat okuması da yazarla arasındaki başka bir benzerliktir.  


Mahalle Kahvesi 1950’de Varlık Yayınları tarafından basılır. Öykülerinde İstanbul’un sisli günlerinden birini anlatırken, bir Yahudi mahallesine yolu düşer. Vapurla hep önünden geçtiği ama bir kez bile gitmediği adada oturan Rum kızının Kınalıada'da Bir Ev’de geçen hayatını hayal eder. Bir gece sarhoşluğun etkisiyle geç kalıp, eve de gitmek istemeyince Beyoğlu’nda bir otelde alır soluğu ve Bir Bahçe’deki sabaha uyanır: Bir şehirde senelerce oturulur. Bıkılır. Usanılır o şehirden; her yerini gördüm, tanıdım sanılır. Ama daha ne görülmedik insanları, ne görülmedik sokakları, her gün önünden dört-beş defa geçtiğimiz halde iyice göremediğimiz binaları vardır. Yine döner dolaşır Burgazada’ya çıkar ve Ermeni Balıkçı ile Topal Martı hikâyesinde, ilk kez balığa çıkan kahramanın hissettiği duygular, denizde karşılaştığı büyük sessizlik karşısında ürkerek denizle karayı karşılaştırması anlatılır. Sait Faik’in balıkçılarla dostluğu, kayıklarıyla denize çıkması, onları izlemesi üzerine düşününce bu hikâyenin de kendi ilk deneyiminden yola çıkarak kurgulanmış olması pek mümkündür.  “Benim yine başım dönüyor. Bir daha mı balığa çıkmak? Bu ne kocaman, sağır, derin ses, denizin sesi. İnsan bu küçük sandalın içinde ne ufak. Ah kara. Orada sesler, insanlar, gürültü var. Ağaçlar var. Rüzgârlar var. Ayağının altında kaskatı topraktan açıklara bakmak tatlı şey... Ah bir dönsek! Karaya bir ayağımı bassam kurbanlar keseceğim…”


Bir yıl sonra 1951’de birbirine bağlı on üç hikâyeyle Havada Bulut Varlık Yayınları’ndan çıkar. Ahmet adındaki anlatıcının, Mehmet adındaki bir başka anlatıcıya, kendi hayat hikâyesinin hikâyesini okumasından oluşan, birbiriyle ilintiliymiş gibi görünen hikâyeler Beyoğlu'nda aylak gezen bir öğrencinin dünyayı umursamayan maceralarını konu eder. Sait Faik’in kitabın adını ilk olarak Kovada Bulut koyduğu fakat daha sonra kimine göre ilk kez yayınlayan Büyük Doğu Dergisi'nde bir yanlışlık yapılarak Havada Bulut olarak yayınlandığı kimine göre ise kitabının isminin Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır'ın itiraz etmesiyle değiştirildiği söylenir. Gerçeği kim bilebilir? Sait Faik, Havada Bulut’u evlilik teklifi yaptığı ama annesinin onaylamadığı Aleksandra, Nevin Hanım ve V. Hanım'a ithaf eder. Burada ismi geçen V. Hanım’ın Sait Faik’in bir zamanlar âşık olduğu Vedat Hanım olma olasılığı yüksektir herhalde. 

1951’de ilk basımı yapılan Kumpanya’da gezici bir tiyatro kumpanyasının ve ömürlerini tüketen baş aktör ile tiyatro müdürünün hikâyesinin anlatıldığı Kumpanya öyküsünde İstanbul eserin bütününde bir karakter olarak kendini gösterir. Kriz öyküsünde kentin bir kış günü görülen soğuk ve karanlık yüzü ile Necmi’nin yaşadığı kimlik bunalımı birbirini tamamlar. Beyoğlu’nun eğlence yerleri, randevu evleri, Şehzadebaşı’nın kahveleri Necmi’nin uğrak yerleridir. Sait Faik de hikâye kişisi gibi üniversitede derslere girmek yerine İstanbul sokaklarında dolaşır, Şehzadebaşı ve Halk kıraathanelerinde vakit geçirir.

İlk baskısı Varlık Yayınları’nca 1953 yılında yapılan ve Medarı Maişet Motoru’ndan sonra yazarın ikinci romanı kabul edilen eser bir Boğaziçi köyüne yerleşen eski konsoloslardan Vildan Bey’in kızı Nevin’in toplumun dayatmalarına, söylentilerine aldırmadan hayata tutunmaya çalışmasının hikâyesidir. Her şeye rağmen mutluluğu arayan Nevin'in hikâyesine “kadın olmak” açısından bakınca bugün de pek bir şey değişmemiştir.

Havuz Başı yine Varlık Yayınları’ndan 1952 yılında basılır. Hikâyelerin çoğunda İstanbul vardır. Bir Sonbahar Akşamı’nda ise bu mevsimde kentin üzerindeki bıldırcınlara bakarken karaciğer hastalığının etkisi altındadır ve belki de ölüm olasılığından korkan her insan gibi o sonbaharın bir kez daha göremeyeceği mevsimlerin sonuncusu olduğunu düşünmüştür: “Sonbaharda bulutlar turunç renklidir. Sonbaharda yapraklar konuşur. Lodoslu İstanbul denizi ne baş döndürücü şeydir! Bir lodoslu günde vapura atlayıp her ipin, her maddenin ıslık çaldığı bir vapurda Adalar’a gidip gelirim.” Bir de damaklarımızın olmazsa olmaz tadı Simitle Çay’le İstanbul’u içimize işler sanki: “Yeniden İstanbul sokakları. Memursanız evrak, muharrirseniz mevzu, işçi iseniz tarak, işsizseniz park...  Her şey içinizi delik deşik eden yağmurlu günün içine sinmiş çay kokusu, dişlerinizdeki susam tanesi ile tadını alır, ilk adımını atar.”

Aynı yıl aynı yayınevi Son Kuşları’ı da yayımlar. İçindeki dokuz öykünün bazılarında Burgazada bazılarında İstanbul’un kendisi vardır. Mesela boya sandıklarının üzerine resimler yapan, göz kapakları kirpiksiz ve kıpkırmızı, Bakırköylü Mercan Usta’yı anmadan geçmek olmaz. Onu Gün Ola Harman Ola öyküsünde anlatır Sait Faik ve “Hiç içinize taş gibi, ağır bir su gibi bir sevgi oturdu mu? Oturmamışsa Allah aşkına vazgeçin bu yazımı okumaktan,” der. Ağıt öyküsünde, Burgazadalı Barba Apostal’la tanıştırır bizi. Ömrü boyunca dürüst yaşayan, kimseye muhtaç olmayan, minnet etmeyen yaşlı balıkçıyı da hüzünle anar.

On iki hikâyeden oluşan Alemdağ’da Var Bir Yılan’da İstanbul yazarın ve kahramanların ruh halleriyle uyumlu olarak tasvir edilir öykülerde. Aynı zamanda bazı öykülerde İstanbul ve semtlerinin hikâyenin kahramanlarından biri olduğunu da görürüz. “Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk Bulvarı’nda cinler top oynuyor…  Atatürk Köprüsü’nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış Haliç’e öğürüyordu.” Evinin önünde rastladığımız, üzerine şarkılar yazılmış, yalnızlığını paylaştığı meşhur sözü de kitapla aynı adı taşıyan öyküde karşımıza çıkar: "Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor."

Son olarak 1954’te ilk olarak Varlık Yayınları tarafından ölümünden sonra basılan Az Şekerli isimli kitabındaki dokuz öykünün bazıları eski eserleridir, kitabın son bölümünde ise röportajlar vardır. Öykülerde yine İstanbul’un izine, dokusuna rastlanır. Sait Faik’in iki hikâyesinde olay baba figürü etrafında örülür.  Müthiş Bir Tren ve Gümüş Saat

Sait Faik’in öyküleriyle ilgili söylenecek çok şey var elbette, kısıtlı sözcük sayısıyla külliyatına dair yaptığım kişisel seçimle onu anlatmak mümkün değil. Öykülerindeki biyografik unsurların, yaşadığı kenti yansıtmasının, denize, doğaya, adaya, İstanbul’a,  tutkusunun da ötesinde onu hikâyelerine seçtiği, konu ettiği, unutulmaz kıldığı kahramanlarıyla hatırlarız. Sadece yoksulluk, yoksul insanların küçük dünyaları değildir hikâye ettiği öyküler. Çocuklar, işçiler, balıkçılar, emekçiler, aylaklar, yoksullarla karşı karşıya kalan zenginler, hepsi birer hikâye anlatıcısıdır. Fakirlik her birinin bakışında, ifadesinde değişir, yeniden biçimlenir, görünür olur. Sait Faik Abasıyanık’ı okumak sabah kaynayan bir semaverle mutlu olmayı bilmek, cami avlularındaki dilencileri fark etmek, Galata köprüsünün üzerinde dikilip vapurları seyretmek, Burgazada’da Medarı Maişet motorunu aramak, Barba ile topal martının muhabbetini dinlemek, simitle çay içmek ve sonbaharda kuşların artık ne adalara ne de İstanbul’a geldiğini fark etmektir. Belki İstanbul artık Sait Faik’in İstanbul’u olmaktan çıktı ama Burgaz şükür ki Sait Faik’in adası olmaya devam ediyor.

NOT: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Kasım-Aralık 2020 (32) sayısında yayımlanmıştır.

*Alıntılar Sait Faik Abasıyanık’ın eserlerinin YKY ve İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlamış baskılardan yapılmıştır.
*Kaynaklar: Sevengül Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, YKY
                     Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık
                     Yeşim Özdemir, Sait Faik’in İstanbul’u, İstanbul Kültür A.Ş.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Okumak ya da Okumamak: "Kayıp Zamanın İzinde"

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Bir Ölünün Defteri - Halid Ziya Uşaklıgil