Edebiyatın İçinde Felsefeyi Aramak


Edebi metinler üzerinde konuşurken incelemesini yaptığım romanların/öykülerin yalnızca anlatılan hikâyelerden ibaret olmadığını çok sık anımsar ve anımsatırım. Düşünceler büründükleri biçimler aracılığıyla konuşur. Okuduğumuz sayfada karşımıza çıkan tablo, kahramanın mırıldandığı melodi, ayrıntılarıyla betimlenmiş bir mimari ya da zihnimizde soru işaretleri oluşturan cümleler, insanlığın kolektif belleğinden süzülüp yazarın kaleminden hikâyenin içine planlı ya da plansız karışır, o metni sağlamlaştırır, unutulmaz yaparlar.

Felsefe, filozoflar ve düşüncelerinden ibaret değildir tıpkı yazarlar ve yazdıkları metinlerin sadece hikâyelerden ibaret olmadığı gibi. Felsefe düşünmeye, anlamaya, sorgulamaya niyetli bireylerin ve tabii toplumların ortaya koydukları düşünsel bir değişim sürecindeki tartışmaların kendisidir. Siyasi ve toplumsal hareketlerin, büyük dönüşümlerin temelinde; temel hak ve özgürlüklerin tanınmasında ve demokrasinin gelişiminde; insanın bilinçlenmesinde, doğru düşünebilmesi ve varoluşunu sorgulayabilmesinin özünde felsefe vardır. Günümüzde bilgiyi üretmenin yollarından biridir. Düşünen insan/toplum sorduğu kavramsal sorulara tutarlı, doyurucu, doğru yanıtlar ararken felsefe –aradığımız yanıtları versin ya da vermesin- önermeleriyle düşünceleri zenginleştirir, yeni ufuklar açar, farklı bakış açılarıyla bir dünya görüşü sağlar. Edebiyat tüm bu bilme, dünyayı ve yaşamı anlama çabasını hikâye eder. Felsefeyi filozofların zihinlerinden, kitap sayfalarından çıkarıp yaşamın içine sokar.

Felsefenin ve edebiyatın ortak konusu/öznesi olan insan, yaşamı üzerine düşünmeye başladığında bir anlam arayışının içine girer. Kendi hayatından ve ilişkilerinden yola çıkarak kavramları sorgulamaya başlar. Sevgi, hoşgörü, adalet, dürüstlük, iyilik, kötülük, ahlak… Tüm bu kavramları ve yaşamın içindeki olayları yaratıcılıkla yorumlar. Felsefe akıl yürütmeye dayanırken edebiyat hayal gücüne, sezgiye, duyguya dayanır. Felsefenin amacı sorulara doğru/doyurucu yanıtlar aramakken edebiyat yanıtlardan, çözüm aramaktan uzak durur. Anlattığı hikâyeyle, yarattığı karakterlerle okurun kendine yönelik düşünmesini, meraklanmasını, şüphe duymasını, dünyanın sorunlarını fark etmesini sağlar. 


Edebiyat Ne İşe Yarar  isimli kitabında Rita Felski şöyle diyor: “İnsanın bir kitapta kendini bulması, tanıması ne anlama gelir? Aynı anda hem düpedüz sıradan hem de gene eşsiz gizemde bir deneyim gibidir. Sayfaları çevirirken kuvvetli bir betimlemenin, bir olaylar kümesinin, karakterler arasında geçen bir konuşmanın, bir iç monoloğun etkisine kapılırım. Metin ile okur arasındaki boşluk birdenbire, habersizce, şimşek gibi bir anda çakıveren bir bağlantıyla aşılır; bir yakınlık ya da uyuma ışık vurur. Sözcüklerin belli bir birleşiminin barındırdığı önsezi karşısında şaşıp kalmış olan ben ya böyle bir anın gelmesini bekliyor ya da böyle bir anla tesadüfen karşılaşıyorumdur. Her iki durumda da, bana hitap edildiğini, çağrıldığımı, davet edildiğimi hissederim: Okuduğum sayfalarda kendi izlerimi bulmaktan alamam kendimi. Bir şeylerin değiştiği su götürmez; perspektifim başka bir yöne kaymıştır; daha önce görmediğim bir şeyi görüyorumdur.”

Edebiyat ve felsefe, insanı, varlığı, dünyayı ve evreni anlama/anlamlandırma çabasında dili kullanır. Dil sayesinde fikirler açılığa kavuşur, hayatı anlamada, karar almada, kendimizi ifade etmede daha başarılı oluruz.  Felsefe soru sormayı, fikirleri ifade etmeyi, amacını, işlevini, farklı bakış açıları önermeyi dille gerçekleştirir. Edebiyatın hamuru, hammaddesi, malzemesi olan dil iletişim, anlama, ifade etme aracıdır ve insanlığın ortak paydasıdır. Düşünme ve dil arasındaki ilişkinin en önemli göstergesi olan soyut düşünme sayesinde insan yalnızca kendi dışındaki gerçekliği isimlendirmekle, kavramlaştırmakla yetinmez, çevresiyle ilişki kurar ve aynı zamanda gerçekliği var eder. 

Felsefi Roman adlı incelemesinin başında Gürsel Aytaç da diyor ki: “Felsefe, doğası gereği soyut olanla uğraşır. Edebiyat ise soyutu somutlaştırma gibi bir işleve sahiptir. Başka deyişle edebiyat, bizim konumuzda felsefi roman, felsefi görüşleri ete kemiğe bürüyerek adeta onlara ‘can verir’, ruh katar. Bu anlamda diyebiliriz ki edebiyat, felsefenin sanat katına ‘yükseltilmişidir’. Düşüncenin, felsefenin ‘yükseltilmesi’ de olur mu denebilir ya da edebiyat katında gerçekleşen somutlaştırma, olsa olsa bir düzey kaybıdır görüşü ortaya atılabilir. Sanatlaşan felsefe ya da felsefi romanlar, felsefi düşüncelerle beslenmiş yaratıcılık (sanat) ürünleridir…”

Felsefe yazarların kalemlerinden hınzırca sızıp edebiyat metinleriyle zihnimize yerleşir. Edebiyatın söylediği de felsefenin sorduğudur ya da felsefenin sorduğu edebiyatın söylediğidir. İşte o biricik romanlarda, öykülerde felsefenin izlerini aradığımızda karşımıza bakın neler çıkar.

Yirminci yüzyıl modern romanının en bilinen eserlerinden biri olan Büyülü Dağ’da Thomas Mann önemli bir felsefi meseleyi ana tema olarak ele alır: Zaman.

“… Zaman hiç kesintiye uğramadan hep aynı şekilde akarsa, elimizden kaymaya başlar ve zaman duygumuz, yaşam duygumuzla öylesine bağlantılı ve iç içedir ki, bu duygulardan birinin zayıflaması demek, öbürünün de acı ve yıpratıcı bir deneyimden geçmesi demektir. Can sıkıntısının kaynağıyla ilgili bir yığın yanlış düşünce dolaşır ortada. Zamanı yeni ve ilginç şeylerle doldurmanın, onun geçmesini sağladığı –aslında kısaltmak demek istiyoruz- , buna karşın tekdüzeliğin ve boş durmanın zamanı ağırlaştırdığı ve onun akışına engel olduğu kanısı yaygındır. Oysa bu her zaman böyle olmaz.”

Yine aynı romanın ‘Kar’ bölümünde yazar hayat felsefesini ortaya koyar:

“Yaşam ve ölüm, hastalık ve sağlık, ruh ve doğaymış! Bunlar gerçekten birbirine karşıt şeyler mi? Soruyorum size: Bunlar sorun mu? Hayır, bunlar sorun değil, soyluluk sorunsalları da değil. Ölümün izleri yaşamın içinde sürer; öyle olmasaydı yaşam diye bir şey olmazdı. Homo Dei statüsü de bunun içinde –ölümün izlerinin ve aklın tam ortasında bir yerde, mistik toplumla havalı bireycilik arasında bir yerlerde. Buradaki sütunumdan bunların tümünü görebiliyorum. İnsan böyle bir durumda olduğuna göre, kendine karşı saygın, iyi ve içtenlikli olmalı ve yürekli davranıp kendisiyle iletişim kurmalı çünkü soylu olan o, karşıtlar değil. İnsan karşıtların efendisi, tüm bu karşıtlar o var diye var; demek ki o karşıtlardan daha soylu. Ölümden de daha soylu; ölüme göre fazla soylu. Ona zihinsel özgürlüğünü veren de bu. Yaşamdan da daha soylu; yaşama göre fazla soylu. Ona yüreğindeki inancı veren de bu. Kafiye de tutturdum işte! İnsanlıkla ilgili bir şiir düşledim.”

Marcel Proust, çaya batırılan madlenin bir anda yeniden şekillendirdiği evrende, mekânın karşısında zamanın üstünlüğü üzerine kurguladığı, on dört yılda yazdığı yedi cilt boyunca, uzun sürelerle ve farklı mekânlarla ayrılan karakterleri tek bir an içerisinde birbirine bağlar. Kayıp Zamanın İzinde’de bizim kontrolümüz dışındaki -tat, koku, diğer duyumlarla tetiklenmesiyle harekete geçen- istem dışı bellek fikri, bu büyük romanın edebi yapısının temel taşıdır. Proust, dördüncü cilt  Sodom ve Gomorra’da hayatını adadığı eserinin dayandığı felsefeyi şöyle açıklar.

“…Norveçli filozofun dediğine göre, M. Bergson onları hatırlama yeteneğine sahip olmasak da, hatıralarımızın hepsine sahip olduğumuzu söylemiş. Hatırlama yeteneğine sahip olmasak da. Peki ama hatırlanmayan bir hatıra nedir ki? Ya da daha ileriye gidelim. Son otuz yıla ait anıları hatırlamıyoruz ama onlarla sarmalanmış durumdayız; öyleyse niye otuz yılla sınırlıyoruz kendimizi, bu önceki hayatı niye doğumdan öncesine kadar uzatmıyoruz? Arkamda kalmış hatıraların koskoca bir bölümünü bilmedikten, onlar benim için görünmez olduktan sonra, benim bilemediğim bu kütle içinde, bir insan olarak hayatımın çok öncesinde yer alan hatıraların da bulunmadığını kim iddia edebilir? İçimde ve etrafımda hatırlayamadığım bunca hatıra varsa, bu unutuş (herhangi bir şeyi görme yetisinden yoksun olduğuma göre, hiç değilse fiili unutuş) bir başka insanın bedeninde hatta bir başka gezegende yaşadığım bir hayatı da kapsayabilir. Aynı unutuş her şeyi siler…”

Romanları, geliştirdiği varoluşçu felsefe, siyasetteki etkinlikleriyle yirminci yüzyıla damgasını vuran yazar ve düşünürlerden biri olan Sartre, Duvar isimli öykü kitabındaki son öykü olan Bir Yöneticinin Çocukluğu’nda kişinin kendi ‘ben’ini inşa edişini dile getirir:

“…‘Kendimi arıyordum orada’, diye düşündü, ‘kendimi bulamıyordum.’ Açık yüreklilikle, ne olduğunun dökümünü yapmıştı. ‘Olduğum gibi olmak zorundaysam bu küçük bezirgândan fazla bir değerim olmazdı.’ Böylece bu yıvışık mahremiyetin içine dalarak etin kaderi, eşitliğin aşağılık kuruntusu, düzensizlik yoksa, insan ne keşfedebilirdi? ‘İlk atasöz,’ diye düşündü Lucien, ‘kendi içini görmeye kalkmamak’ bundan daha büyük yanlış yoktur. Gerçek Lucien -şimdi biliyordu-  onu başkalarının gözlerinde Pierrette’in ve Guigard’ın korkan boyun eğişlerinde, onun için büyüyen ve olgunlaşan bütün bu varlıkların, onun işçileri olacak bütün bu genç acemilerin, bir gün belediyesine başkan olacağı büyük-küçük bütün Ferolles’lülerin umut dolu bekleyişinde araması gerekiyordu.”

Felsefi yanıyla okurun yoğun dikkatini isteyen romanlardan biri de Herman Hesse’nin Boncuk Oyunu’dur. Romanla aynı ismi taşıyan ve ancak seçkin belli bir zümrenin oynayabildiği oyun mükemmele ulaşma ve öze dönme çabasının simgesidir.

“Boncuk Oyunu’nun Kastalya’daki en yüce şey olup olmadığı ve hayatını ona adamaya değip değmeyeceği sorusuydu, çünkü giderek oyunun yasa ve olanaklarının daha gizli sırlarını ele geçirmesi, arşivin ve oyun simgelerinin karmaşık dünyasının rengârenk labirentlerinde kök salması oyuna ilişkin kuşkularını boğup atmaya asla yetmemişti; yaşamıştı, biliyordu çünkü, inanmak ve kuşku uymak birbirinden ayrılmayan iki parçaydı, nefes alıp vermek gibi birbirine bağlı şeylerdi ikisi de, oyun mikrokosmosunun tüm alanlarında kaydettiği ilerlemeler sonucunda görme gücü ve oyunun tüm sorunsallığına karşı duyarlığı artmıştı.”

Gürsel Korat’ın Rüya Körü isimli romanında zamanın insanlar tarafından nasıl algılanıp değerlendirildiği rüyalar aracılığıyla okura aktarılır:

“Çünkü geçmiş zaman unutuştur, gelecek zaman ise doğmamış unutuş. Bunların birbirinden farkı yoktur. İnsan daima unutur. Yapabildiği tek tanrısal eylem, hatırlamaktır… Rüyalarda bütün zamanlar ve bütün olaylar; gelecek, geçmiş ve şimdi iç içe yaşanır; çünkü her şey bir yerde olup biter.”

Son olarak Julio Cortazar’ın bilmece romanı Seksek’le bitirelim. Kitabın başında açıkladığı seçeneklerle okura üç farklı okuma biçimi sunan yazar, roman geleneğine meydan okurken derin bir okuma deneyimi sunar. Kayıpla telafisi arasında bir köprü kuran roman parçalardan bütüne ulaşır. Zaman parçalanır ve yadsınır. Cortazar, okuru bir möebius döngüsü içine sokar:

“Bir iş yapmak, iyi iş yapmak, çiş yapmak, sağır taklidi yapmak, bir yığın eylemi olası tüm bileşimleriyle yapmak. Ama her eylemin altında bir karşı koyma da yatıyor, her edime bir yerden çıkıp başlanır, varmak için; o işi yapıp bitirmek için atılınır, bir şeyin yerini değiştirmek, orada olacağına burada bulundurmak, şu eve girmek, hayır yanındakine değil, buna da girmek değil, şuna girmek; her tür edimde bir eksik yan var, yapılıp tamamlanmamış kısım, hâlâ yapılabilecek olandır. Eylemi bitiremeyiş ve içinde bulunulan anın acizliği, eksikliği, şimdiki zamanın zavallılığı karşısında, deyimin özünde var olan kendiliğinden protesto ediş vardır, eylemin tamamlanamamış kısmı, deyimin, içindeki edimi geri çevirişidir. Eylemin doyasıya yapılmış olduğunu ya da sonuçta eylemlerin tümünün eylemin adına layık bir yaşamı anlattığını düşünmenin bir ahlakçının sezgisi olduğunu sanalım. İşten vazgeçmek daha iyi; çünkü vazgeçiş protesto eyleminin ta kendisidir, yalnızca maskesi değil ta kendisi.”


İnsanın varoluşuyla birlikte gelişmeye başlayan dil, ilk öykülerini Gılgamış Destanıyla, Mahabharata gibi sözlü gelenekle günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce meydana çıkardığı halde bugün hâlâ yeni öyküler yaratmaya, her okur için farklı dünyalar inşa etmeye devam ediyor. Kelimelerle kurduğumuz çatılar soyut düşünceyi somutlaştırır, hikâyelerle canlandırır. Okuduğumuz her hikâye asla son olduğunu iddia etmeden başka hikâyelerin kapısını açar. Öyle ki her okuma okuru başka bir hikâyeye taşırken, her hikâye de başka bir okurun okumasıyla yeniden canlanır. Felsefe ve edebiyatın dil üzerinden kurdukları ortaklık, soyut kavramların somutlaştırılmaları ile kurdukları, düşünme ve yaratıcılık üzerinden geliştirilen işbirliği insanlığa müthiş hikâyeler armağan etti. Yukarıda birkaçından alıntı yaptığımız yazarlara ekleyecek çok isim var. Ne mutlu ki okuma yolculuğunun sonsuzluğunda her öykü bizi bir başka öyküyle, yazarla, filozofla buluşturmaya devam edecek. 

  NOT: Bu yazı Düşünbil Dergisi 94.sayıda yayımlanmıştır.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye