Duvar Kağıdının Altında*



Kadınlarla erkeklerin hayat hikâyeleri birbirinden farklıdır. Günlük yaşamları, sosyalleşme süreçleri, kendilerini var etme biçimleri birbirine benzemez. Yine de bu farklılık iki cinsin birbirini dışlama, ötekileştirme, diğerine üstün olma çabasını haklı çıkarmaz. Ancak dünyanın süregiden eril düzeninde var olma ve benliğini oluşturma mücadelesi veren kadının çabası hiç kolay olmadığı gibi çoğu zaman da erkekler tarafından engellenir.

Kadın ve erkek kelimeleri dünya üzerinde yaşayan insan cinslerinin tanımından farklı anlamlarla yüklüdür. En başta Adem’in kaburga kemiğinden olma meselesiyle, Adem’in biçimlendirdiği bir dünyada onun belirlediği sınırlar içinde yaşamaya mecbur bırakılmış biridir kadın. Ne yazık ki tüm çabasına, arzusuna karşın henüz çemberi kırabilmiş, sınırı aşabilmiş, duvarlarını parçalayıp atabilmiş değil. Dünyanın bilinen tarihinin öznesi erkektir. Bu tarihi yapan da yazan da erkeklerdir; kayda geçirilmiş olan tarih onları yazanların seçimlerine göre biçimlenmiş ve insanlığın belleğine kazınmıştır. 

Orta Çağ’ın karanlığından kurtulduktan sonra 18.yy’a kadar kadın, tüm olumsuzluklara ve engellemelere rağmen eğitim, edebiyat, bilim, felsefe ve ekonomide erkekle çatışmaya başlamış, toplumsal hakları için erkeğe direnç göstermiştir. Yaşamı giyotinle sonlandırılan Olympe de Gouges’un dediği gibi “Kadınların idam sehpası üzerine çıkmaya hakları varsa, konuşmacı kürsüsüne de çıkmaya hakları vardır.” 19.yy’da her türlü ayrımcılığa rağmen -işverenlerin masrafları azaltmak için işçi ücretlerine gözlerini dikmesiyle- kadın işçi ve memurlara yer açılmıştır. ABD’de devlet bile daha az ücretle kadınları öğretmen olarak atamaktadır. Birinci Dünya Savaşı kapıyı çaldığında kadınlar geleneksel rolleriyle ülkelerine hizmet edemeyeceklerinin bilincine vardılar.

Giderek kadın mücadelesi tarihine dönmekte olan bu yazıyı özüne döndürmenin zamanı geldi. Ancak herkes tarafından bilinmesi anlaşılması gereken en önemli mesele şudur kanımca: İnsan denen varlığın bir tarihi varsa bu erkeklerin değil kadınlarla erkeklerin birlikte oluşturduğu bir tarihtir. Kadın ile erkek arasındaki var olma mücadelesinin en görünür olduğu yerlerden biridir edebiyat. Sosyalist ve Feminist ütopyalar -yazıldıkları günden ve hatta bugünden- gözlerimizi geleceğe dikerek farklı bir düzen kurulabileceğini hayal etmemizi sağlar.

1860 yılında doğan ve oldukça zor bir yaşamın üstesinden gelen Gilman, 20. yüzyılın başında toplumsal eleştirmen ve konuşmacı olarak tanındı, kültürel feminizmin öncülerinden biriydi. Women and Economy (Kadınlar ve Ekonomi, 1898) isimli en ünlü eserini insanların toplumsal ve ekonomik ortamları tarafından belirlendiklerini iddia ederek Sosyal Darwinist hipotez üzerine kurmuştu: Kadın, erkeğe ekonomik anlamda bağımlı olduğu için, yapay bir toplumsal ekonomik ortam içindedir. Bu durum kadının normal gelişimini engellediğinden ırkın tamamen yok olması tehlikesini doğuracaktır. Kendisini hümanist olarak gören Charlotte Perkins Gilman “… insan olmak için kadınların insanlığın hayatının bütününde yer alması gerektiğini” savunmuştu. 

Gilman’ın kütüphaneci ve yazar olan babası karısıyla iki çocuğunu yoksulluk içinde bırakıp gitmişti. Annesi Mary Perkins, sevgisini göstermekten kaçınan bir kadındı. Çocuklarının kendisi gibi incinmemeleri, güçlü karakterler olmaları için kurmaca hikâyeler okumalarını bile yasaklamıştı. On beş yaşına geldiğinde yedi farklı okulda tamamlayabildiği dört yıllık bir eğitim almış olan Charlotte, sürekli okurdu. Babası, yıllar sonra iletişim kurduğunda ona bir okuma listesi vermişti. On sekiz yaşın Rhodes Island Tasarım Okulu derslerine kabul edildi. İyi bir ressam, yetenekli bir eğitmendi. Evliliğin kendisi için uygun olmadığını düşünse de yirmi dört yaşındayken ressam Charles Walter Stetson ile evlendi, bir yıl sonra tek çocuğu Katherine doğdu. Doğum sonrası geçirdiği depresyon pek ciddiye alınmadı. Kadının anne olmasının ardından depresyon geçirmesinin düşünülemeyeceği zamanlardı. Sarı Duvar Kâğıdı, yaşadığı bu süreci, kadına yönelik önyargılarla düzenlenmiş tedaviler sonucunda giderek kötüleştiği ve akıl sağlığını yitirme aşamasına gelişini anlattığı en bilinen öyküsüdür. Bu öyküde “normal” olanın “deli” olana tahakkümü erkeğin kadına, sağlıklı olanın hastaya, kocanın karısına, veli olanın velayet altında olana boyun eğişini simgeler. Öykü sinir bozukluğu ve çöküntüden yakınan anlatıcının kocası John tarafından iyileşmesi amacıyla şehir dışındaki bir malikaneye getirilmesiyle başlar. Anlatıcı bahçenin dışına çıkarak toplumun içine karışamaz, tüm arzusuna rağmen bahçedeki gülleri görebileceği bir odaya değil “çok itici, hatta mide bulandırıcı; cansız, pis bir sarı renkte” duvar kâğıdı kaplı bir odaya yerleştirilir. İçini kağıtlara gizlice dökebilir çünkü aynı zamanda doktoru olan kocası tarafından hastalığının ciddi olmadığı teşhis edilmiştir ve yazmanın ona iyi gelmeyeceği söylenmiştir. Bilinen tasarım ilkelerine uymadığını düşündüğü sarı duvar kâğıdı giderek anlatıcı için anlam kazanmaya başlar, o duvar kağıdına hapsedilmiş kadını kurtarmak ister.  6-7 Haziran 1890’da Pasedena’daki evinde yazdığı bu öykü feminist yayınlar içinde en bilinenlerden biri, 20.yy kadınını yansıtan bir aynadır. Gilman 1913 yılında kaleme aldığı Sarı Duvar Kağıdı’nı Neden Yazdım? açıklamasında şöyle der: 

“… umutla ülkenin en iyisi olduğu bilinen ünlü bir sinir hastalıkları uzmanına gittim. Bu bilge adam bana yatak istirahati verdi, ki hâlâ sağlıklı olan bir beden bu istirahate iyi tepki verince uzman derhal bir şeyim olmadığı kanısına vardı ve ‘olabildiğince uzak bir yerde olabildiğince sıradan bir ev hayatı yaşamamı’, 2günde en fazla iki saatimi fikirsel eylemlerle geçirmemi’ ve ‘bir daha asla kaleme ya da fırçaya sarılmamamı’ öğütleyerek beni eve gönderdi. Yıllardan 1887’ydi.

Eve gittim, üç ay boyunca bu öğütlere uydum ve zihinsel yıkımın öyle sınırına geldim ki ötesini görebiliyordum…”

1888’de pek fazla rastlanmayan bir durum olsa da kocasından ayrı yaşamaya başlamıştı, 1894’de boşandılar. Bir süre reformist ve feminist hareketlerin içinde görev aldığı Kaliforniya’da yaşadı. Barışçıl ve ilerici insan ırkını teşvik eden, kapitalizmi ve ayrımcılığı istemeyen milliyetçi hareketle tanıştı. 1896’da Ulusal Amerikan Kadın İstihdam Derneği, Londra Sosyalist İşçiler ve Sendikalar Kongrelerinde delege oldu.  Annesinin ölümünün ardından doğuya dönme isteğiyle uzun zamandır görmediği kuzeni Hougton Gilman ile iletişime geçti. 1900 yılında New York’ta evlenip 1922 yılına dek burada yaşadılar. 1909’da 1916’ya dek yedi yıl boyunca ayda bir yayımlanan iddialı ve çok yönlü The Forerunner dergisinin yayımcısı ve tek yazarıydı. Bir feminist ütopya olan Kadınlar Ülkesi ve distopya diye niteleyebileceğimiz Bizim Ülkemiz tefrika halinde bu dergide yayımlandı.

Charlotte Perkins Gilman Kadınlar Ülkesi’nde başta annelik olmak üzere kadınları ataerkil toplum düzeninin baskısından kurtarıp yeteneklerini, becerilerini ortaya koyabilecekleri ütopik bir toplum hayal etti. Çocukların yetiştirilmesinden toplumun tamamı sorumlu olmalıydı; onları seven, taleplerine yanıt veren, bakımlarına özen gösteren herkes anne olabilirdi. Kadının doğurganlığına atfedilen kutsallık, anneliğin yüceltilmesi, çocuğa kendini adayan kişinin onu dünyaya getiren olması gerektiğine yönelik inanç ve baskı, kadınların bu sınırların dışına çıkmasını önlemenin toplumsal kabule en uygun yoluydu.   Profesyonel bir bakımla sorumluluğun tüm toplum tarafından paylaşıldığı bir dünyada kadın da istediği eğitimi alabilir, hayata katılabilir, üretken ve yaratıcı olabilirdi. Üstelik annelerinin sürekli ilgisinden bağımsız büyüyen çocukların özgür ve yaratıcı zihinler olabileceklerdi. Romanın en önemli izleklerinden biri kadının yalnızca insanlığın devamını sağlayan bir üreme organı, gelecek nesli yetiştiren bir çocuk bakıcısı olarak gören eril düzene muhalefet olsa da Gilman romanında yalnızca annelik meselesine odaklanmadı. Eşit ve refah toplumun yaratılmasında bireyler arasındaki uyumun ve paylaşımın önemine dikkat çekerek bir toplum modeli ortaya koydu.


 Gelişmiş bir toplumun yaşamakta olduğu ideal bir dünya olan Kadınlar Ülkesi’ne izinsiz giren üç erkek kâşif bu ütopyanın bir distopyaya dönüşmesine sebep olmuşlardı. Erkekler, üstelik eğitimli ve bilinçli erkekler neden bunu yaparlar? Bilmeden içine girmiş oldukları bu kadınlar toplumunu anlamaya, değer vermeye özen göstermiş olsalar da neredeyse genlerine işlemiş olan başka bir düzenin değerlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Gilman yüz altı yıl önce yazmış olduğu romanda “dünyayı kadınlar yönetseydi…” önermesine ya da arzusuna da bir bakış açısı kazandırdı. 

1934’de eşinin ölümünün ardından Charlotte Perkins Gilman Kaliforniya’ya kızının yanına döndü. 1932’de kendisine meme kanseri teşhisi konmuştu ve tedavisi yoktu. Ölümcül hastalıklar için ötenazinin savunucusu olan yazar 1935’de kloroform içerek hayatına son verdi. İntihar notunda kanser yerine kloroformu tercih ettiği yazıyordu.




*Bilgi: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Mart-Nisan 2021 (34) sayısında yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye