Şu Bizim Shakespeare

 



Başlık Shakespeare’in Macbeth piyesinin ünlü repliğinden… Onu ne kadar tanıyorsunuz bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki isminin hissettirdiği kadar ağır, uzak biri değil. Atölyelerde okudukça, anlattıkça eğlenceli ve sürprizi seven bir yazar olduğunu keşfetmek hepimiz için keyifli olmuştu. Uzun yazdığım konusundaki uyarılara rağmen yine çok çok yazacağımı biliyor ve daha ilk satırlarda nasıl kısaltacağımı düşünüyorum.

Biraz eskiye dönerek başlayalım…

Önce Antik Yunan’da ortaya çıkan sonra Antik Roma’da devam eden ancak Avrupa’ya yayılan Hristiyanlıkla bin yıllık bir suskunluğa bürünen tiyatro geleneği, Orta Çağ’ın sonunda bazı din adamlarının Tevrat ve İncil’deki önemli konuların sözsüz biçimde canlandırılarak halka etki edilmesi fikrini ortaya atmasıyla canlanır gibi oldu. Ancak bu temsillerin tiyatro olduğu düşünülemez. Rönesans’ın başlamasıyla tiyatronun ilk ürünleri de İtalya'da görüldü ama en önemli eserlerini Rönesans'ı geç yaşayan İngiltere gibi ülkeler verdi. Bu noktada aklımıza gelen en önemli isimlerden biri, hatta ilki Shakespeare.

Onun yazdıkları hakkında kalem oynatabilmek için yaşadığı ve yazdığı dönemi anlamak gerekiyor. 1564-1616 yılları arasında yaşayan şair, oyun yazarı, hatta oyuncu ve hiç kuşkusuz ki dünya kültür tarihinin en bilinen kahramanlarından biri.  Eserleri, zamana yenilmeden yüzyıllardır izlenmeyi biraz da yazarın ismi etrafında dönen gizeme borçlu. Pek çok varsayım dolanıyor ortalıkta. Aslında hiç yaşamadığı hatta sonelerle piyeslerinin o dönemin bazı yazarları tarafından kaleme alındığı bile söyleniyor. Bu yazının konusu Shakespeare ve Avrupa tiyatrosu olduğuna göre yaşadığını, büyük bir şair olduğunu, şiirdeki ustalığını tiyatro eserlerine yansıttığını söyleyerek devam edelim.



Shakespeare’in bugüne uzanan unutulmazlığını ve vazgeçilmezliğini anlamak için Altın Çağ diye anılan Elizabeth İngiltere’sine bir göz atmak gerekir: 1520’lerde VIII.Henry, Luther’in başlattığı reform hareketine şiddetle saldırmış ve Papa tarafından «inancın savunucusu» ilan edilmişti. Fakat Anne Boleyn ile evlenebilmek için bu tutucu Katolik inancından vazgeçti. 16. ve 17. Yüzyıllar arasında İngiltere topraklarının inanç mücadelesi yüzünden kanla yıkandığını söylemek pek de yanlış olmaz. İngiliz halkı da kralla birlikte Katoliklikten ihtiyatlı bir Protestanlığa daha sonra köktenci bir Protestanlığa, Kraliçe Mary ile tekrar militan bir Katolikliğe ve Elizabeth ile bir kez daha Protestanlığa döndü. Ama kırk beş yıl boyunca tahtta oturan Kraliçe için hayat hep zor oldu.

Babası Kral VIII. Henry, annesini idam ettirdiği için gayrı meşru sayılarak tahttan men edildi, daha sonra yeniden varis kabul edilerek tahta çıktı, tahta çıktıktan sonra Katolik aristokratlar tarafından sürekli tehdit edildi, Papa hakkında ölüm fermanı verdi, hem çevresindekiler hem de Katolik ülkelerin kralları tarafından kurulan komplolarla tahttan indirilmek istendi, evlenmemeyi, bir varis bırakmamayı seçti, her şeye rağmen yaşamak ve tahtta kalabilmek için  işkenceye dayalı büyük bir gizli istihbarat örgütü kurdu. Bir taraftan da sanata değer veren, tiyatroyu seven Kraliçe Elizabeth, dinsel ya da kamu yararına yapılan idari işlemlerin ele alındığı oyunlara izin verilmemesi talimatını verdi. Bu yeni ve popüler sanat biçiminin devlet tarafından kontrol altına alınması gerekliliği ortaya çıkmış oldu böylece. Çünkü tiyatro büyük insan topluluklarını etkileyebilecek çok güçlü bir araçtı, verdiği mesajlardan emin olunmalıydı. Shakespeare bu konuda çok dikkatliydi, sansürcülerin elinden kurtulmayı başardı.

Bu sırada halk hıyarcıklı veba salgınıyla boğuşuyordu. Şiddet gündelik hayatın bir parçasıydı; idamlar toplum önünde yapıyordu. Eğlenceye ayrılan zamanlarda köpek ya da horoz dövüşleri, ayı ısırtmaca izlenceleri yapılırdı. Tiyatrolarla genelevler aynı mahallelerdeydi. Toplumun hiçbir kesimi bu şiddetten ayrı değildi. Ben Johnson “adam öldürmek”, Shakespeare ise “birini korkutup incitmek” suçlarıyla mahkeme kayıtlarına geçmişti. Christopher Marlowe göğsünden bıçaklandı. Toplumsal hareketlilik artmış, burjuva sınıfı oluşmaya başlamış, yün ticareti ile uğraşanlar ekonomik olarak güçlenmişti ama İngiltere hiyerarşisi ilahi bir emir olarak halka boyun eğdirmeye devam ediyordu. İnsanların ait oldukları sınıflara göre giyecekleri renk ve kumaşlar bile yasalar tarafından belirlenmişti.

16.yy sonları ve 17.yy başlarında Oxford ve Cambridge mezunu, kendilerine “Üniversite Bilgeleri” adı veren Christopher Marlowe, Robert Greene, John Lyly, Thomas Lodge, gibi yazarlar İngiltere’de modern tiyatronun kurucusu oldular. Tiyatro, aristokrasi ile gelişmekte olan burjuva arasında bir dengenin kurulmasını sağladı. Önceleri okullarda, üniversitelerde, han avlularında, zenginlerin evlerinde oynanan piyesler daha sonra tiyatro binalarına taşındı. 1576’da James Burbage’ın yaptırdığı ilk tiyatro binasının ismi The Theater’dı. 1599’da Globe Tiyatrosu, The Theather’dan sökülen malzemelerle ortaya çıktı. İki binanın da sahibi Richard Burbage (James Burbage’in oğlu) Shakespeare’in de dahil olduğu Lord Chamberlain’s Man topluluğunun yöneticisi ve baş aktörüydü. Shakespeare’in oyunlarının çoğu bu tiyatrolarda oynandı. Oyunlar öğleden sonra oynanıyordu ve oyuncuların tamamı erkeklerden oluşuyordu. Kadın rollerini henüz gelişimini tamamlamamış erkek çocukları üstleniyordu.

Kadınlar yerine sahneye çıkan bu yeni yeni yetme oğlanların, Shakespeare’in oyunlarında kılık değiştirmeyi sık rastlanan bir motif haline getirdiği düşünülür. Verona’lı İki Centilmen’de Julia, Venedik Taciri’nde Portia, On İkinci Gece’de Viola, Cymbeline’de Imogen ve Beğendiğiniz Gibi’de Rosalind, zor durumda kaldıklarında erkek kılığına girerler.

Kral John, İkinci Richard, Dördüncü Henry (1,2), Beşinci Henry, Altıncı Henry(1,2,3), Üçüncü Richard, Sekizinci Henry İngiliz tarihinden esinlenerek yazdığı oyunlardır. Komedilerinde mizahın yanında düşündürücü ve doyurucu ara oyunların olduğu karışık bir tarzı benimsemiştir. Bir çatışmadan yola çıkarak engellerle ilerleyen ve şenlikli bir sonla biten hikâyelerdir: Bir Yaz Gecesi Rüyası, Kuru Gürültü, Nasıl Hoşunuza Giderse, Kış Masalı, Venedik Taciri gibi oyunları sıklıkla bizim sahnelerimizde de yer bulur. Trajedileri ise merkezde kendi düşüşünü hazırlayan trajik bir kahramanın olduğu ve oyunun sonuna doğru kahramanın tükenişiyle birlikte genel barışın sağlandığı hikâyelerdir. En ünlü oyunları hepimizin en azından ismen bildiği Hamlet, Othello, Macbeth, Kral Lear, Romeo ve Juliet olsa da günümüzde bile izleyicileri şaşkına çevirecek melodram, pişmanlık, yoğun duygular, güç birlikteliği içeren Titus Andronicus, Julius Ceasar, Antonius ve Kleopatra, Coriolanus, Atinalı Timon’u da unutmamak gerekir. Ama son yazdığı piyes olan Fırtına’yı ayrı bir yere koymalı. O piyes ki bugün hâlâ Miranda’nın işaret ettiği “cesur yeni dünya”yı aratıyor bize.

Shakespeare’in dehasının eğitimiyle (çünkü fazla bir eğitimi yoktu) ya da gelenekselleşmiş bir İngiliz tiyatrosundan yetişmiş olmasıyla ilgisi yoktur. Klasik yapıtlardan esinlenmiş ve onları dönüştürmeyi başarmıştı. Oyunlarında karakterlerini mitolojiden tarihe kadar pek çok referansla donattı. Aristoteles’in üç birlik kuralına pek aldırış etmeden mekânı ve zamanı özgürce kullanmış, komedi ile trajediyi birleştirmiş, Macbeth ile o güne dek yazılmış en kanlı sahneyi izleyicinin gözü önünde sergilemiş ve bazen ahlak kurallarını göz ardı etmişti.

Kral Lear'ı düşündüğümüzde, oyunda önce parçalanıp sonra başka bir biçimde yeniden kurulan ilişkileri, insana ilişkin temel sorunları kendi ekseni etrafında dönen bir çember içinde ama evrensel boyutta bir tartışmayla incelemiştir Shakespeare. İnsana özgü ilişki ve değer yargılarını tüm karşıtlıklarıyla ortaya koymuştur. İnsan kolayca hata yapabilir ve hatalarının bedelini acı çekerek öder. Yine de kendine dışardan bakmayı, yalın gerçeği görmeyi bilenler daha az hata yapacaklardır.  

Kış Masalı gibi romantik bir oyunu izlediğimizde bir aşk öyküsünün ardında aşk ve tutku, sadakat ve ihanet, dostluk ve düşmanlık, gençlik ve yaşlılık temalarıyla biçimlenen çok katmanlı bir hikaye çıkar karşımıza. İlk kez bu oyunuyla zamanda bir kırılma yaratır. Zamanın ilerleyişi her şeyi değiştirir, cinsiyet rolleri ile iktidar arasındaki ilişki gözler önüne serilir. Bir yandan da Shakespeare'in zamanında yaşanan bir tartışma tiyatro sahnesi üzerinden görünür hale gelir. Sanat nedir? Bilgi ve hayal gücüyle insan doğal olanı değiştirip mükemmelleştirebilir mi? 

Onun ölümünden altmış altı yıl sonra Püritenler bütün tiyatroları kapattılar, tiyatro binalarını yıktılar, işsiz kalan aktörleri kırbaçladılar. Restorasyon döneminde (1660-85) İngiliz tiyatrosu Elizabeth dönemine geri dönmek istediyse de fazla yol kat edemedi. 17. yüzyılda Avrupa'nın başka ülkelerinde de tiyatrolar kuruldu. Ama, bunların çoğu, sınırlı bir izleyici kesimine seslenebilen saray tiyatroları olarak kaldı.

Yazıya Shakespeare’in veda sözleriyle noktayı koyalım:


Çözün bağlarımı, salıverin beni

Alkış tutan o güzelim ellerinizle.

Tatlı nefesiniz doldursun yelkenimi,

Yoksa tamamına ermez

Sizi hoşnut etmeye adanmış planım.

… (Fırtına, Shakespeare / İş Bankası Kültür Yayınları, Çev: Özdemir Nutku)


Ve bir de aşağıda neşeli bir podcast sunuyoruz...






*Bu yazının ilk hali Edebiyatis Dergi'nin 35.sayısında yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye