Zamanı ve Hikâyeleri Parçalayan Kalem


Büyülü gerçekçilik denince akla gelen ilk birkaç isimden biridir Carlos Fuentes, bu dünyadan geçip giderken ardında onlarca eser ve çok konuşulan bir hayat hikayesi bırakmıştır. Meksika’nın en üretken yazarlarından birinin büyülü edebiyatından bahsedeceğim bu kez. Kendini “premodern/ modern öncesi” olarak tanımlayan Fuentes, yaşamı boyunca farklı eserler kaleme alırken kâğıt ve kalemi tercih edenlerdendi. Toplum, tarih ve kimlik öncelikli meseleler olarak yapıtlarında öne çıktı.

1967’de başladığı Latin Amerika biyografileri dizisini hiçbir zaman tamamlayamadı. Sinema tutkunları 1989’da Yaşlı Gringo ismiyle filme uyarlanan Gringo Viejo başta olmak üzere Pedro Páramo,  El gallo de oro, Los caifanes filmlerinin senarist listesinde Gabriel Garcia Marquez, Juan Rulfo ve Juan Ibenez ile isminin birlikte yazıldığını anımsayacaklardır.

Babasının diplomat olması nedeniyle Panama’da dünyaya geldi, çocukluğu boyunca Amerika kıtasının farklı yerlerinde eğitim gördü. Genç bir adam olarak ülkesine döndüğünde Meksiko’da hukuk eğitimi aldı. 1950 yılında Cenevre’de “Institut de Hautes Etudes”den mezun oldu. 1950'den 1952'ye kadar Fuentes, Cenevre'deki Uluslararası Çalışma Örgütü Meksika delegasyonunun bir üyesiydi. 1959-1957 yılları arasında Dışişleri Bakanlığında kültürel ilişkiler bölümünün başkanı olduğu zamanların çoğunda, aynı zamanda Revista Mexicana de Literatura'nın da editörüydü; daha sonra solcu dergiler El Espectador, Siempre ve Politica'nın editörlüğünü yaptı. 1959'dan sonra kendini romanlar, kitap eleştirileri, politik denemeler, film senaryoları ve oyunlar yazmaya adadı. 1959'da bir kızı olduğu tanınmış Meksikalı aktris Rita Macedo ile evlendi ama sadık bir eş değildi ve bu evlilik 1969'da boşanmayla sona erdi. 1973'te Sylvia Lemus ile evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 


Carlos Fuentes de babasının izinden giderek bir süre diplomat olarak görev yaptı ancak 1975'ten 1977'ye kadar Meksika'nın Fransa büyükelçisi iken yerine bir başkasının atandığını duyunca görevinden istifa etti. Edebiyatıyla olduğu kadar özel hayatıyla da gündemdeydi. 1969 yılında aktris Jean Seberg ile yaşadığı yasak aşk yıllar sonra 1993 yayımladığı Diana Yalnız Avlanan Tanrıça isimli tartışmalı romana konu oldu.

İlk öykü kitabı Maskeli Günler’in ardından 1958’de ilk romanı Saydam Bölge yayımlandı. 1960’da Havana’da düzenlenen “Casa de las Americas” edebiyat ödülünün seçici kurulunda yer aldığında tanınan bir yazar olmaya başlamıştı. Dördüncü romanı olan Artemio Cruz’un Ölümü 1962 yılında, Deri Değiştirmek ise 1967 yılında yayımlandı.

Burada durup Artemio Cruz’un Ölümü hakkında biraz konuşalım. Fuentes’in sinemaya olan ilgisinin çarpıcı örneklerinden ilkidir bu eser. Modernleşmenin yaşam üzerindeki olumsuz etkileri, üç farklı anlatıcıyla ve kronolojik olmayan parçalanmış zaman yapısıyla anlatılır. Eleştirmenlerin düzyazıdaki bir sinema filmi gibi okunmasını önerdikleri bu roman için 1981’de verdiği bir röportajda, on yaşındayken New York’ta babasıyla birlikte izlediği Yurttaş Kane’in onu asla terk etmeyecek biçimde hayal gücünü etkilediğini söyler. Orson Welles’in etkisi bu romanda oldukça belirgin biçimde ortaya çıkar. Artemio Cruz da Yurttaş Kane gibi yoksul bir çocukluktan hayranlık duyulan bir kişiliğe ve tüm ilişkilerini hiçe sayan bir otoriterliğe doğru yol alan, tüm inançlarını, değerlerini kaybeden bir karakterdir. Ahlaki değerlerin yozlaşması, gerçeklerin sahip oldukları gazetelerde yazılamamasıyla kendini gösterir. Artemio'nun geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zamanlar arasındaki bilinçli ya da bilinçsiz gelgitleri hayatının paramparça olmuş bir aynadan görüntüsünü verir okura. Okur o parçaları birleştirerek   Artemio Cruz’un dünyasını yeniden inşa etmek ve sırlarını çözmek için çabalar.

Meksika gerçeğini yazmak arzusunda olan Fuentes için mitolojik köklerindeki Aztek, Hristiyan ve devrimci geçmiş yalnızca edebi bir tema değil aynı zamanda toplumu temsil eden bir güçtü. Edebiyatının gerçekliğini de büyüsünü de bu kökler üzerine kurdu. Eserlerinin bazılarında Meksika tarihine geniş bir bakış atarken Meksika Devrimi’nin (1910-1920) başarısızlığını ortaya koydu. 

Başyapıtı sayılan Terra Nostra’da zamanı yeniden düzenler. Aslında yaratılıştan kıyamete uzanan bir Batı medeniyeti anlatısıdır. Zamansal ve mekânsal sınırları yok ettiği romanın odak noktasına Hispanik uygarlığın, keşif ve fetih çağının tarihsel arka planını koyar Fuentes. Eser boyunca zamanın ve mekânın ani değişimi imgeleme, bilinç akışı, çoklu bakış açısı gibi modern edebi tekniklerle beslenir. Her geçen zamanın yerine bir başkası başlar; ölmesi gerekenler bilir ki yaşayan ve devam eden şey bellektir. Belleğin yitimi dünyanın da yitimidir. 

Carlos Fuentes’in bellek ve zamanla ilgili meselesi romanlarında olduğu kadar öykülerinde de ortaya çıkar. Özellikle Aura adlı öyküsünün ana teması geçmişin geçip gitmediğidir. Bu öykünün kahramanı tarihçi Felipe Montero, yirminci yüzyılın başında ölmüş olan bir generalin yazılarını düzenlemek üzere dul eşinin ve yeğeni Aura’nun yaşadığı malikaneye yerleştiğinde zamanın pençesine düşmüş olur. Geçmişin kalıntıları ile çevrili olan Montero yavaş yavaş onlar tarafından ele geçirilmeye başlar, orada kalmasının nedeni Aura aslında kimdir? Öykü boyunca yaşlı kadın ile Aura birbirlerini yansıtırlarken Montero da kendi kimliğinin generalin fotoğraflarına yansıdığını fark edecektir. Geçmiş aslında bugün müdür? Ya gelecek?

Carlos Fuentes’in kurmaca eserlerinin içinde beni kendine çeken biri var ki adını anmadan geçmek istemem. Laura Diaz’lı Yıllar. Karmaşık bir olay örgüsü, karakterlerinin çokluğu, Meksika tarihine yaptığı yolculukla uzun bir okuma deneyimi sunsa da eserdeki efsane ve mitlerin kadınsı imgelerle ortaya konması ve romanın içindeki dişil güç hikâyeyi unutulmaz kılar. 



XX. yüzyıl edebiyatının en önemli meselesi olan zaman kavramı Fuentes’in eserlerinde önemli bir yer tuttu. Romanlarında hikâyenin dışsal zamanı kısa tutulurken içsel zaman oldukça uzundur. Zamanın sündürülmesi/genişletilmesi tekniğini kullanarak anlatılan zamanın, anlatıldığı sürenin içinde katman katman açılmasını sağladı. Bunu yaparken hikâyeyi ve zamanı parçalayarak okurunu da şaşırtmaktan hoşlanırdı. Kullandığı edebi dilin içinde Meksika’nın yerel isimlerine ve kavramlarına yer vererek kültürüne selam durmayı ihmal etmedi.

Fuentes, sevildiği ve okunduğu kadar tepki çeken bir yazardı. Kitaplarının yurt dışında basılması ve okunması için ülkesini olduğundan farklı gösterdiği söylendi; ülke gerçeklerinden kopuk olmakla suçlandı, ateşli bir sosyalistken merkez sola kaydığı için kınandı ama o bildiğini söylemekten geri durmadı. ABD’nin dış politikalarına muhalif olmaktan vazgeçmedi. Nobel alamadı ama çok sevilen, çok okunan, saygı duyulan edebi kariyeri onu mutlu etti. İspanyolca yazan yazarlara verilen en büyük ödül olan Cervantes Ödülü ve Fransa’nın Légion d’honneur şövalye nişanıyla onurlandırıldı.

15 Mayıs 2012’de öldü. Külleri, Paris’in meşhur Montparnasse mezarlığında bulunan çocukları Carlos ve Natasha’nın yanına yerleştirildi. Carlos Fuentes, yaşamını yitirmeden iki hafta önce, 1 Mayıs 2012'de, katıldığı Buenos Aires Kitap Fuarı'nda şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “Kısa bir süre önce tamamladığım romanım Friedrich Balkonunda'nın iki başkahramanı var; biri romanın yazarı, ötekiyse Friedrich Nietzsche. Tanrı, ‘Tanrı öldü,’ diyen Nietzsche'yi haksız çıkarmak için ona yeniden can verir; ancak Nietzsche, karşısında her şeyin sonsuz bir döngüye dönüştüğü bir dünya bulur.”

 *Bilgi: Bu yazı Edebiyatist Dergisi Temmuz-Ağustos  2021 (36) sayısında yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye