2021 Yılında Okuduklarım


 

Instagram hesabımda birkaç gün önce Goodreads istatistiklerimi paylaşmıştım ve listeyi burada açıklayacağıma söz vermiştim. İşte bazı kitaplarla ilgili yorumlarla birlikte bitirmekte olduğumuz 2021 yılının okuma listesi:

1. Asılacak Kadın, Pınar Kür

2. Yarın Yarın, Pınar Kür

3. Hayalet Hikayeleri, Pınar Kür

4. Okuma Üzerine, Lafcaido Hearn

5. Vezir Gambiti, Walter Tevis

6. Dr. Faustus, Cristopher Marlowe

7. Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde (Sansürsüz basım, Everest)

8. Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde (Standart basım, Can)

9. Faust, J.W. von Goethe

Okuması da, anlatmak üzere hazırlanması da hiç kolay değildi. Goethe ilk kitabı Faust miti üzerine yazmış, 58 yıl sonra tamamladığı ikinci kitabı ise bambaşka bir içerikle yoğurmuş. Zamanın ruhunu dile getirdiği hikâyeyi Antik Yunan kültürü ve mitoloji ile öyle bir harmanlanmış ki her sahnede durup, düşünüp yeniden okuma gereği duyuyor insan. Alman edebiyatı konusunda Gürsel Aytaç'ın birikimi her zaman başvuru kaynaklarımdan biri olmuştur. Ancak Goethe okuyacaksınız kendisiyle konuşmanızı tavsiye ederim.

• Goethe ile Konuşmalar, Eckermann

• Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, Goethe

Goethe, "dünya edebiyatı" ifadesini benimseyen ilk yazarlardan biri olarak kendinden önceki yazar ve düşünürlerin metinlerinden, fikirlerinden, felsefelerinden etkilenmiş; bu etkiyi içtenlikle, hiç de kendini küçültmeden ortaya koymuş. Böylece daha da büyümüş galiba. Dolayısıyla onu okumak Shakespeare, Byron, Spinoza, Kant, Homeros ve daha pek çok yazar ve düşünürün peşinde koşmaya da yol açıyor.

10. Goethe, Gürsel Aytaç

11. Goethe ile Konuşmalar, Johann Peter Eckermann

12. Yaşamımdan Şiir ve Hakikat, J.W. von Goethe

13. Modern Bireyciliğin Mitleri, Ian Watt

14. İngiliz Hasta, Michael Ondaatje

Öncelikle Michael Ondaatje tarafından yazılan romandaki baş kahraman Macar Kontu Almásy'nin gerçek bir karakter olduğunu ve hikâyedeki çöl tutkusuyla savaşta oynadığı rolün de yaşamıyla benzerlik gösterdiğini söyleyelim. Bizim beyaz perdede bir aşk ve yalnızlık temasıyla izlediğimiz bu hikâye romanda İngiliz kimliği üzerinden emperyalizm ve sömürgecilik eleştirisi yapıyor. Romanın parçalı anlatımı, bir yapbozun eksik parçasını bulma çabası biçiminde okuru da sona doğru sürüklüyor. Okumanın biraz çaba istediğini söylemeliyim. Eğer okurken metaforlar üzerinde biraz düşünülmezse ilerlemek zor olabilir romanda. Ancak diğer yandan karşı karşıya getirilen Almásy-Katharine, Hanna-Kip aşklarını okurken Kandaules ile karısı ve Gyges arasındaki aşk üçgeni aslında neyle karşı karşıya olduğumuzu fısıldıyor. Romanın ana izleği ise Herodot'un Tarih'i. Büyük insanlık tarihinin içinde onun parçası olan küçük insanların bireysel tarihleri üzerinden bir hikâye anlatıyor yazar. Kaldıkları villa, sözü edilen freskler, baş parmaklarını kaybeden hırsız Caravaggio, kahramanların temsil ettiği sosyal ve kültürel bağlar ve tabii her şeyin üzerini örten kum hakkında düşünecek, konuşacak çok şey var. Eğer romanı okumaya karar verirseniz çölden esip gelen kumun hikâyenin üzerine yayılmasına izin vermeyin.

15. Doktor Faustus, Thomas Mann

Doktor Faustus. Leverkühn isimli bir müzisyenin hayat hikayesi üzerinden 19.yy sonu ve 20.yy ilk yarısında Almanya ile tüm Avrupa'nın en karanlık dönemlerinden birinin anlatıldığı bir çağ romanı. Yedi yüz otuz dokuz sayfayı okurken derin bir müzik bilgisi sarıyor sizi, benim gibi yalnızca kulaklarınızla dinliyorsanız bu bölümler zor 🙈 Fakat hikâyenin kendisi o kadar güçlü ve katmanlı ki o çabaya değiyor. Tıpkı Goethe'nin Faust'unda olduğu gibi bilginin ve yaratıcılığın peşine düşen Leverkühn şeytanla yaptığı anlaşmanın sonucunda sevgisiz bir yaşama, acılı bir ölüme mahkum oluyor. 💔 Şeytan en sevdiklerini elinden alırken bir tek yeğeni Echo'nun kaybı Leverkühn'ü derinden sarsıyor. Çünkü o umut, o insanın olması gereken ses. Ve en büyük eseri Doktor Faustus'un Ağıdı ile sesi sözden öncesine, başlangıca döndüren, dünyaya fırlatılmanın acısını çağrıştıran, zulmü yaratan ve pençesinde kıvranan insanın çığlığıyla Beethoven'ın 9.senfonisinde insana verdiği neşeyi geri alıyor. Bu kadar mı? Değil... Hetaera Esmeralda, melankolia ve şövalye, sihirli kare, teoloji, felsefe, Dante, Shakespeare ve başka pek çok konu var ışıldayan. Romanı okurken sıkça ismine rastlayacağınız Albrecht Dürer ise başlı başına konuşulması gereken bir isim. Beni aşsa da belki edebiyat üzerinden başka bir gönderinin konusu olur. 

16. Usta ile Margarita, Bulgakov

17. Avrupa Romanı Üzerine On Bir Makale, R.P. Blackmur

18. Saatler, Michael Cunningham

19. Acı Çikolata, Laura Esquivel

20. Nam-ı Diğer Grace, Margaret Atwood

21. Gözleri, Bozorg Alevi

Bozorg Alevi, modern İran edebiyatının kurucularından biri, uzun ve zorlu bir hayat hikâyesi var. 1954'de İran'dan ayrılmak zorunda kalıp Almanya'ya sığınmış. Humboldt Üniversitesi'nde konuk öğretim görevlisi olarak çalışmış ve 1997'de Berlin de ölmüş. Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşıymış. En ünlü eseri Gözleri/Çeşmhayeş hüzünlü bir aşk hikayesinin ardında Şah Rıza Pehlevi döneminde ülkesinde yaşananları anlatıyor. Ünlü bir ressamın sürgündeyken yaptığı "Gözleri" tablosunda gizlenen kadın ile tablonun sırrını çözmeye hayatını adayan müze-okulun müdür yardımcısının bütün bir geceye sığdırdıkları hikâye çok etkileyici. 2015 yılında Fabula tarafından yayımlanan roman ne yazık ki artık basılmıyor.

22. Top, Gulam Hüseyin Sa'edi

23. Siyavuş'un Ölümü, Simin Danişver

24. Serenad, Zülfü Livaneli

 Livaneli iyi hikaye anlatan, anlattığı hikâyelerin sosyal ve tarihi düzlemini iyi kotaran bir yazar. İki binli yılların başında üniversitenin basın ve halkala ilişkilerinden sorumlu olan Maya Duran'ın ailesi ve üniversitenin misafiri olarak İstanbul'a gelen Alman Prof. Maximillian Wagner'in hayat hikâyesi üzerinden neredeyse yüz yıllık bir tarihin içinde dolanıyoruz. Sadece Türkiye'nin değil, tüm dünyanın en çalkantılı yılları. Savaşlar boyu tüm halklara, milletlere yapılan zulmü farklı taraflardan gösteriyor bize yazar. Ayrıca şehirli bir kadının çıkmaz yollarında dolaştırıyor.
Hem karakterler hem dönem olarak çok başarılı bir Türkiye panoraması çiziyor Livaneli. Üstelik akıcı diliyle roman su gibi akıp gidiyor.

25. Bir Kış Gecesi Misafiri, Ayça Erkol

Ayça Erkol ilk öykü kitabı Hiç Aklımda Yokken ile A.Ü. Öykü Ödülü'nü alan ve bugüne dek biri biyografi, üçü öykü olarak dört kitabı yayımlanmış bir yazar. İsmini hep bilmeme rağmen ancak son kitabı ile tanışma fırsatı bulabildim. Bu kitaba gelene kadar kalemini gayet iyi bilediğini söyleyebilirim. Sade ve etkili bir dili, mesafeli bir duruşu var. Kitapta yer alan altı öykünün hiçbirinde kendini tekrar etmiyor. Alain Delon ve Esat öyküleri bittikten sonra bir süre zihnimi meşgul etmeye devam etti. Ama özellikle Saklambaç isimli öyküyle çarpıldım. Bence yazar da bunu yapmak istemiş zaten. Ne kadar kötü olabileceğimizi sormak istemiş. Genel olarak öykülerinde çizdiği atmosferi, betimlemeleri ayrıntılı ama yalın bir dille aktarmış. Son cümleyi okuyup kitabı kapattıktan sonra bizi bize gösterirken usulca tuttuğu aynanın sırını kazıyan öyküler olduğunu düşündüm. Canınız öykü okumak isterse aklınızda olsun.

26. Kütüphanemi Toplarken, Alberto Manguel

Alberto Manguel, bir kitap daha yayımlasa da okusam dediğim yazarlardan biri. Onun kitaplar, sözcükler, diller arasındaki yolculuğunu büyük bir keyifle izliyorum. Bu kitabın arka kapağında şöyle yazıyor:
"Manguel, bürokratik bir pürüz yüzünden uzun yıllardır yaşadığı Fransa'dan ayrılmak zorunda kaldığında, 35 bin kitabını sığdırabildiği kütüphanesinden de ayrılmak zorunda kalır. Kitapların ayıklanma, kolilere doldurulma ve nakil süreci, çoğunu belki de bir daha görememe ihtimali, gitgide boşalan raflar ona bu kısa ağıtı esinletir."

Kitabın bende bıraktığı etki ise biraz daha farklı. Bir ağıttan çok hayatındaki kayıplarla yüzleşme, kayıpların yaşamının içinde neye karşılık geldiğiyle ilgili bir düşünme pratiği.
Sadece kendi deneyimlerinden kaynaklanan bölümlerin arasına yerleştirdiği "Arasöz"lerle yaratılıştan bugüne insanlığın zihin kütüphanesinde gezinerek topladıklarına, biriktirdiklerine, kaybettiklerine odaklanıyor.
Bir yandan da Platon'un mağara alegorisine atıfla sözcüklerden inşa ettiğimiz kitapların gölgelerin gölgeleri olabileceğini ve yaşamda elde ettiklerimizi bütünüyle elde tutmanın imkansızlığını tarif edip etmediğini soruyor.
Eşyalarını kaybetme alışkanlığı olan anneannesinin sözlerini paylaşmak istiyorum.
"Rusya'daki evimizi kaybettik. Kocamı kaybettim. Dilimi kaybettim. Şeyleri kaybetmek o kadar da kötü değildir, çünkü sahip olduklarından değil anımsadıklarından keyif almayı öğrenirsin. Kayba alışkın olmak gerekir."

27. Zaman Boşluğu, Jeanette Winterson

28. Kış Masalı, Shakespeare

29. Sonra Hayat, Onur Çalı

30. Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu, Haldun Taner

31. Carol, Patricia Highsmith

32. Shylock Derler Bana, Howaerd Jacobson

33. Venedik Taciri, Shakespeare

34. Borkırda Bir Kral Lear, Turgenyev

35. Kral Lear, Shakespeare

36. Beyaz Kale, Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un üçüncü romanı Beyaz Kale, postmodern romana geçiş yaptığı ve bir başkası olma metaforunu (ikizleşme/doppelganger) ilk kez kullandığı roman olarak kabul ediliyor. Bu açıdan düşündüğümüzde sonraki romanlarının ayak seslerini bu kitapta duyabiliyoruz. 17. yüzyılda geçen hikaye 2.Viyana kuşatmasını, Padişah 4.Mehmet'i, Evliya Çelebi'yi tarihin gerçek karakterleri olarak sayfalarında ağırlıyor. Romanın birbirine ikiz kadar benzeyen ana karakterleri ise Venedikli köle ile Türk Hoca. Yazar, tarihi gerçeklerin arasına kurmaca bir hikaye yerleştiriyor. "Ben kimim?" sorusunun "Ben, neden benim?" sorusuna ve zaman içinde de "Ben, sen oldum," yanıtına dönüştüğü hikâyede Doğu-Batı karşılaşmasını, bilim ile batılın çekişmesini kâh bir masanın iki ucunda kâh aynanın yansımasında görüyoruz, okuyoruz. İstanbul, hikayenin diğer kahramanlarından biri. Heybeliada'dan Galata'ya, Ayasofya'ya Kağıthane'ye uzanıp giderken bazen veba ile bazen havai fişeklerle karşılaşıyoruz. Daha kitabın ilk sayfasındaki atıftan sonsöze dek bizi bir bilmecenin içine çekiyor yazar. "Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi."

37. Emanet Çocuk, Claire Keegan

Bu hikâye hakkında söyleyecek fazla bir şey yok. Öyle sıkı ve sade dokunmuş ki ne söylesem az ya da edilecek her sözcük okuyacak olanlar için çok olur. Sadece bir cümlelik bir alıntı yeterli bu hikâyeyi anlatmak için. "Çoğu insan sırf bulunmaz bir hiçbir şey söylememe fırsatını kaçırdığı için çok şey kaybetmiştir." Ben de hiçbir şey söylememe fırsatını kaçırmadan bu novellayı okumanızı öneriyorum.

38. Efsanevi Yaratıklar, Alberto Manguel

Alberto Manguel öncelikle harika bir okur olarak öyle güzel şeyler yazıyor ki, ne mutlu okuyana. Efsanevi Yaratıklar'da gönlündeki edebi kahramanların portrelerini çizip onlarla ilgili izlenimlerini, duygulanımlarını, okuma ve keşfetme deneyimini bizlerle paylaşırken zaman zaman da anılarına ortak ediyor. Çok renkli, çok keyifli bir kitap. En büyük kitap kurdu Manguel, okuduklarımız sayesinde hayatımızı nasıl algıladığımızı, bazı kurmaca karakterlerin zihnimizde bizimle birlikte nasıl yaşayıp gerçeğe dönüştüğünü bazılarının ise bizim yaşam deneyimimizde nasıl yoldaşlık ettiğini kendi anılarıyla anlatıyor. Kimler yok ki içinde, Lilith'den Superman'e, Alice'den Hamlet'in annesi Gertrude'a kadar her kalemden birileri var. Ama söylenmesi gereken en önemli şey şu ki bazen okuduğumuz hikâyedeki kahramanın peşinde sürüklenirken onun yanındakini gözden kaçırıyoruz ya işte Manguel bir de onun tarafından bakıyor hikâyeye. Hamlet'in annesi Gertrude ya da Holden Caulfield'ın kızkardeşi Phoebe gibi az görünen karakterlerin görünmesini, onların hayatlarına da bakılması gerektiğini anımsatıyor. Önemli bir not da yazanlara: Karakter nasıl çalışılır sorusuna da yanıt verebilecek bir kitap, aklınızda olsun

39. İstasyon, Birgül Oğuz

Yüz sayfalık bir uzun öykü. On iki yaşında bir çocukla, o yaşlardayken ruhen kaybolmuş ya da o noktada donmuş bir yetişkinin buluştukları geçici bir durakta Arkadaş'ın yardımıyla nasıl yollarını bulduklarını anlatan bir hikâye. Birgül Oğuz çok severek okuduğum kalemlerden biri. Sade ve güçlü bir dil, incelikle işlenmiş bir hikâye. Yazdığı öykülerde yaralara öyle ustalıkla dokunuyor ki o yarayı sevdiren/bağışlatan ince bir sızıyla okuyorum onu. Birgül Oğuz'la tanışmanızı öneririm.

40. Taş ve Gölge, Burhan Sönmez

Burhan Sönmez'in son romanı Taş ve Gölge kapağın bana çağrıştırdığı gibi zaman kuyusunun içinden sesleniyor ya da Avdo'nun dediği gibi karanlığın ortasına açılmış bir delikten sonsuza doğru bakıyor. Hikâye boyunca zamanın ve mekânın içinde savruluyoruz ama bu savruluşlarda yazar hiç yönümüzü kaybettirmeden, nerede, hangi zamanda olduğumuzu unutturmadan ilerletiyor bizi. Bana göre roman her katmanda aynı taş ve gölgesi gibi ikilikle ilerleyen ve bu arada anı genişleterek geçmiş ve gelecekle örülü bir parçalanma yaratan olay örgüsüyle kurulmuş. Tohumun taşı parçalaması, insanın varlığını bulamadığında gölgeye dönüşmesi gibi romandaki kişiler de hep taş ve gölge olmak arasında gidip geliyorlar. Kahramanların hikâyeleri coğrafyaların hikâyeleriyle birleşirken insanlık hep aynı cehennem kuyusunun içinde yanıyor. Elbette, Burhan Sönmez romanlarının özelliklerinden biri olarak isimler hikâyeye büyük bir gizem katıyor. Yedi adlı adam, Avdo, Miskal, Reyhan, Elif... Usul usul, dikkatle ve keyifle okunmalı.

41. Zacharius Usta, Jules Verne

42. İlyada ve Odesseia, Alberto Manguel

"Homeros, Homeros'tan önce başlar."
Neredeyse bu cümleyle başlıyor kitap. Önce Homeros'un var olup olmadığına sonra da ona atfedilen bu destanların dünya üzerindeki yolculuğuna odaklanıyor. Yani kısaca bu kez kahraman Homeros ve destanlar.
Manguel her bölümde bu iki eser ve Homeros'un tarih, felsefe, dinler ve tabii edebiyattaki etkilerini kapsamlı bir biçimde incelerken okuru da kendisiyle birlikte hem zaman yolculuğuna çıkarıyor hem de edebiyatın aynasını eline tutuşturuyor.
Müthiş bir okuma deneyimi sunan, hızla yapılan büyük bir yol. Her bölümde edebiyatın bir doruğundan diğerine taşınıyorsunuz.
Platon, Vergilius, Dante, Goethe gibi ya da çağlar, dinler, simgeler, diller...

43. Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk

Bayram tatilini değerlendirip biraz İstanbul'dan uzaklaşmış olsam da İstanbul, hikâyeleriyle benim yanımda. Orhan Pamuk'un en çok okunan ve en çok sevilen romanlarından biri olduğunu düşündüğüm Benim Adım Kırmızı'da 16.yy sonunda karlı bir İstanbul manzarası romanın önemli karakterlerinden biri. Cinayet, aşk ve cinsellik, sanatta Doğu-Batı arasındaki ikilem ilk bakışta göze çarpan temalar. Yazarın ikinci tarihsel romanında bu kez güçlü kadın karakterler de var. Nakkaşlar üzerinden sanata ve sanatçıya dair metinler ve disiplinler arası bir tartışmaya da, "ben" kavramına da daha yakından bakmaya davet ediyor okuru.

44. Vecihi, Orhan Bahtiyar

Çok güzel bir hikâyeydi. Vecihi Hürkuş, nam-ı diğer Kara Tehlike, hayatını uçmaya ve özgürlüğe adamış bir vatansever. Atatürk'ün, İnönü'nün takdirlerini ve İstiklâl Madalyasını kazanmış bir kahraman. Roman 16 Temmuz 1969 tarihinde dünyanın izlediği bir olayla açılıyor ve ardından Vecihi'nin hikâyesiyle devam ediyor. Son sayfaya geldiğinizde ise yeniden ilk bölüme dönüp son cümleyi okuyarak kitabı kapatıyorsunuz. Bütün kahramanlık hikâyeleri gibi göz yaşartıcı sahnelerle dolu bir roman bu. Üstelik biyografik bir roman olduğu için gerçeğe çok yakın bir hayat hikâyesinin içinde olduğunuzu bilerek okuyorsunuz. 🇹🇷Vecihi'nin hayatını okurken bir yandan da Kurtuluş Savaşının en önemli anlarına, muharebelerine tanıklık ediyorsunuz. Bu açıdan da çok kıymetli bana göre. Keşke çocuklara o büyük savaşın nasıl kazanıldığını, cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, kaç insanın can verdiğini, nasıl hem düşmanla hem açlıkla mücadele ettiklerini anlatmak için böyle kitaplar okutsak. Romanı okurken elimden bırakmak istemedim. Bazı sahnelerde gözümden yaş geldiğini itiraf edebilirim rahatlıkla ama bazen de cumhuriyetimiz 100 yaşına yaklaşırken değerlerimizi, kahramanlarımızı ne çabuk unuttuğumuzu ne kolay eskittiğimizi düşünerek hüzünlendim. Son olarak Orhan Bahtiyar, Vecihi'nin hayatını roman olarak pek güzel anlatmış.

45. Kurtarma Mesafesi, Samanta Schweblin

Sadece yüz sayfada anlatılan ama etkisi çok uzun sürecek bir hikaye. Samanta Schweblin ilk kez okuduğum Arjantinli bir yazar. Kurtarma Mesafesi, yazarın ilk romanı ve 2017 Man Booker kısa listesine girmiş. Akıcı ve sade bir dil, gerçeküstü anlatım, tekinsiz atmosfer ve diyaloglarla ilerleyen bir metin. Son sayfaya kadar gerilim hiç düşmüyor ve siz de Amanda ile birlikte 'o anı' bulmaya çalışıyorsunuz. Kurtarma mesafesi, Amanda'nın kızını tehlikelerden koruyabilmek için aralarına koyduğu mesafeye verdiği isim. Görünmez bir iple yönetiyor o mesafeyi. Bilmediği yerlerde ip daha kısa, güvendiği alanlarda biraz daha uzun. Anneanneden anneye ve kızına aktarılan "er ya da geç korkunç bir şey olacak" kehaneti ise sonunda gerçekleşiyor. Kurtarma mesafesi pek de işe yaramıyor çünkü tehlike büyük ve büyüklüğü oranında görünmez. Anlatının içinde adını hiç anmadan göstermeye çalıştığı o büyük tehlikeyi ustaca dokunuşlarla çarpıcı bir hikâyeye dönüştürmüş yazar. Tabii ki o tehlikenin ne olduğundan bahsetmeyeceğim. İpuçlarını, simgeleri takip ederek okumak ve anlamak zevkinden sizi mahrum etmek istemem. Metnin güzelliğinde Emrah İnce çevirisinin de katkısını unutmamak gerekir. Sözün özü, bence okuma listenize alın.

46. Veba Geceleri, Orhan Pamuk

Orhan Pamuk'un son kitabı hakkında genel düşüncem şöyle: Çok rahat okudum, kurduğu alegorilerin çoğunu dikkatli okurun rahatça çözebileceğini düşünüyorum, kendine edebiyatındaki tarihi romanlar içinde başka bir basamak bana göre ve genel olarak beğendim. Başka neler söyleyebilirim... Aslında başta yazar olmak üzere çıktığı andan beri hakkında çok konuşulan bir kitap. Dolayısıyla edebiyat haberlerini takip edenler zaten okumadan kitap hakkında bir fikir sahibi olmuşlardır. Orhan Pamuk'un bu romanı ne kadar uzun zamandır düşünmüş olduğunu artık biliyoruz ve bu Atölye sırasında konuştuğumuz, fark ettiğimiz gibi Mingerya adı Beyaz Kale'den beri kaleminin ucunda var. Padişah Abdülhamid'in yeğeni Pakize Sultan'ın mektuplarından hareketle torunu tarafından yazılmış bir roman okuyoruz. Orhan Pamuk post modern anlatının tüm olanaklarından yararlanmış. Benim Adım Kırmızı'da olduğu gibi çözülmesi gereken bir cinayetin peşindeyiz ancak romanın ortalarına geldiğimizde anlatı düzlemi bir ulus mücadelesine dönüşüyor. Okurken Tolstoy'un ruhunun sayfalardan gülümsediğini söyleyebilirim ki bu çok hoş bir edebi akrabalığa işaret ediyor. Başka akrabalıklar, tanışıklıklar da var tabii. Her ne kadar Minger Adası'nda dolaşsak da İstanbul esintisi hep var. Bir de kendisi görünmese de Abdülhamid ve roman kahramanı Sherlock Holmes hep baş rolde, bu romanda başka bir alegori yaratıyor. Okuyup diğer bulmacaları çözmeyi size bırakıyorum

47. Sefalet Kedisi, Remy de Gourmont

Rémy de Gourmont 1858 - 1915 yılları arasında yaşamış olan, Fransız edebiyatının özellikle şiirinin sembol isimlerinden biriymiş. Yazarın kısa denemelerinden oluşan Sefalet Kedisi'nin eve tıpkı bir kedi gibi ansızın gelip yerleştiğinden bahsetmiştim. Bu kısacık kitap çok keyifli metinlerden oluşuyor. Doğa, insan, müzik, edebiyat hakkında yazarın düşünceleriyle birlikte dönemin eğilimlerini de görmüş oldum. Özellikle kadınlar hakkındaki metinler ilginçti. En etkileyici denemeler ise tabiata dair olanlardı ki arka kapak yazısı da o metinlerden birinden: "...Ve bir ot öldüğünde çocuklar da ölür, zira ziyadesiyle uygarlaşmış anneleri onlara yeterince süt veremez. Yaşamın sürmesini sağlayan şeyler, "medeni değil" dediklerimizdir, sudur, ottur, hayvanlardır. Hepsinin temeli, küçümsediğimiz her şeydir. Sanırız ki deha medeniyetten doğar. Medeniyet dehayı işler sadece, kültürün unsurlarını yaratan doğadır ve bizler onun basit işbirlikçilerinden öte varlıklar değiliz."

48. Geçti Bitti Meyhanesi, Seyhan Aslan Hanotte

Dili, seçtiği kelimeler, ifade biçimi, kahramanlara ve durumlara içeriden bakışıyla "okunmalı" diyeceğim öyküler yazmış. Öykü kahramanlarını yanı başımızda hissediyoruz okurken. Bir yandan gülümserken bir yandan yüreğimizde bir burukluk oluyor. Yazar asla acıtmıyor canınızı ana diğerlerinin yaralarını ustalıkla gösterip o yaralara sizin nefesinizle üflüyor. Her öykü ayrı güzeldi, eminim ki Hanotte hepsi üzerinde çok ter dökmüş. Fakat, kitapta saç örgülü küçük bir kız var, en sevdiği sayı sekiz. Çünkü onun iki koca karnıyla kendisini sarıp sarmaladığına inanıyor. İşte ben en çok onu sevdim. Elinize sağlık Seyhan Aslan Hanotte, çok güzel iş. Kapaktaki görsele de bayıldım, yazarın yaptığı heykellerden biriymiş. Bu öyküleri okumanızı dilerim 

49. Nasıl İyi Bir Varlık Olunur?, Sy Montgomery

47. Bartleby ve Şürekası, Enrique Vila-Matas

Son zamanlarda okuduğum en ilginç romanlardan biriydi. Enrique Vila-Matas, Montano Hastalığı isimli romanıyla tanıdığım ve hayranlık duyduğum yazarlardan biri. Bu romanı da aylar önce alıp okuma listeme dahil ettim. Aslında roman gibi bir roman değil. Okudukça bir ansiklopedi ya da inceleme yazısının içindeymiş hissine kapıldım. Bartleby sendromunu hepimiz Hermann Melville'in "'yapmamayı tercih ederim" cümlesinin sahibi olan roman kahramanı katip ile tanıyoruz. Bu durum bilinçli vazgeçiş olarak tanımlanabilir kısaca. Yazar, bir dipnot listesi oluşturuyor ve bilinçli olarak yazmaktan vazgeçen yazarların Bartleby sendromuna nasıl yakalandıklarını, bu vazgeçiş sürecinin sebebini hatta bazen sonucunu hikâye ediyor. Bir açıdan yazma sürecini hikâye eden üst kurmacayı tersten işleten bir metin var elimizde. Bildiğimiz ve çoğunu da bilmediğimiz, çevirisi yapılmamış yazarlarla karşılaşıyoruz. Keyifli, zaman zaman şaşırtıcı bazen de zorlayıcı kısacık bir roman. Yazmak ya da yazmamak üzerine kapsamlı bir metin. İlginç, deneysel...

50. Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe, Paola Peretti

Bir çocuk kitabı ama aslında hepimizin anımsamaya ihtiyacı olan değerleri naif bir hikâyeyle hatırlatıyor Paola Peretti. Okurken Çocuk Kalbi, Şeker Portakalı, Çizgili Pijamalı Çocuk romanları sürekli aklımdan geçip durdu. Zaten kahramanımız Mafalda da bir edebi kahramana sığınıyor roman boyunca. Dünya edebiyatının biricik isimlerinden Italo Calvino'nun Atalarımız üçlemesindeki Ağaca Tüneyen Baron hikayesinin kahramanı Cosimo. Mafalda'nın üstesinden gelmek zorunda olduğu çok önemli bir sorunu var, üstelik bununla baş etmek için çok küçük. Ama sevgi dolu bir dünya ve anlayışlı arkadaşlar -büyük ya da küçük- ve tam zamanında uzatılan bir el insana hatta bir çocuğa bile büyük işler başarması için yeterli olabilir. Mafalda'nın hepimize söyleyeceği şeyler var ve inanın arada bir çocuk kitabı okumak hepimize iyi gelir.

51. Kolera Günlerinde Aşk, Marquez

Galiba pandemi süresince en çok okunan kitaplardan biriydi Kolera Günlerinde Aşk. Okuyanlar koleradan çok aşkı buldukları bir hikâyeyle karşılaşınca belki daha iyi hissetmişlerdir kendilerini. Yaz bitiyor ve atölyelerimiz başlıyor. Bu hafta Kolera Günlerinde Aşk konuşacağız.  İyi bir hikâye beş duyuyu da harekete geçirmeli, der edebiyatın ustaları. Bu roman özellikle kokuları burnumuza getirir. Acıbadem kokusuyla başlayan ilk cümlenin ardından roman boyunca kokuların peşinde izleriz Florentino'nun Fermina'ya olan aşkını. Gardenya kokusu, portakal çiçeklerinin kokusu, nehrin kokusu, insanın ten kokusu, lağım kokusu... 💔Kolera ile Aşk aynı belirtileri gösterir, aynı biçimde tüketirler Florentino Ariza'yı. Onun tutkusunu yalnızca bedensel etkilerden, kokulardan değil aşk uğruna tuttuğu defterlerdeki sayılardan okuruz. Aşk, ona ulaşamadığı her satırda daha büyür. Marquez, 1880'lerden 1930'lara uzanan, 53 yıl 7 ay 11 gün süren bazen hastalıklı bir hale bürünse de tutkuyla devam eden aşk üçgenini büyüleyici bir dille anlatır. Biliyorsunuz filme de çekildi bu roman. O konuda söylenenleri de aktarayım: Filmin yapımcısı Steindorff romanın film haklarını elde edebilmek için üç yıl Gabriel Garcia Marquez'in etrafında dolanır, tüm itirazlara rağmen vazgeçmez. Marquez ise, kitaplarının İngilizce filmlere uyarlanmasını istememektedir. Ancak hasta olması ve kendini ölüme yakın hissetmesi dolayısıyla eşi Mercedes ve oğullarının geleceğini düşünerek ‘Kolera Günlerinde Aşk’ın film haklarını satar.

🍀Keyifle okuyun.

52. Anna Karenina, Tolstoy

En bilinen ve sevilen açılış cümlelerinden biridir. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir." Anna Karenina bu cümleyle başlar. Bir âşk hikâyesi değildir sadece. Tolstoy bireyin ve toplumun birbirine kopmayan bağlarla bağlı olduğunu bilerek özellikle romanlarında ikisi arasındaki çatışmayı ele alır. Karakterlerinden bazıları öne çıkarak bu çatışmayı derinleştirir, o bağları koparır. Romanda Anna ve Levin karakterleriyle iki farklı pencereden bu ilişkileri sorgulayan Tolstoy bir yandan da kendi düşüncelerini ve ideallerini yansıtır. Çağının ilerisinde bir yazar olarak Anna'nın aklından geçenleri okumamızı, onun peşinden gitmemizi sağlar. Anna Karenina edebiyatın en ünlü kadınlarından biri ve sadece romanda değil, sinemada, tiyatroda, müzikte hep yeniden doğup daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Öyle bir roman ki Dostoyevski, Nabokov hayranlıkla bahsetmiş. Bir Tolstoy hayranı olan Orhan Pamuk bu roman için şöyle diyor: "...Okuduğum en mükemmel, en kusursuz, en derin ve en zengin roman."  Time dergisinin yüz yirmi beş çağdaş yazar arasında yaptığı ankete göre dünyanın en iyi romanı seçilmiş Anna Karenina. Okumadıysanız okumanızı, daha önce okumuşsanız da yeniden yeniden okumanızı öneririm.

53. Bir Kadının Penceresinden, Oktay Rifat

Hafta sonu için bir kitap önerim var. Oktay Rifat'ın ilk romanı, 1976'da yayımlanmış. Şiirsel bir dil, kısacık ama vurucu bir hikâye. Penceresinden baktığımız kadın Filiz. Aşık olmadan, sevmeden evlenen ya da evlendirilen her kadının varacağı noktaya varıyor o da. Kendine, evliliğine yabancılaşmış; kocası tarafından hiçleştirilmiş, aydın bir kocanın geri kalmış toplumun simgesi olarak gördüğü karısı. Her şey böyle sürüp gider ve herkes kendi rolünü oynarken bir anda aşk görünüyor Filiz'in penceresinde genç bir devrimci olarak. Hiç kolay değil, her ikisi de evli, her ikisi de aşık, yıl 1975. Üslup, arka planda çizilen bir dönemin aydın profili, atmosfer, betimlemeler, metnin biçimsel olarak da kahramanın sıkıntısını yansıtan ritmi ile harika bir roman.

54.Karamazov Kardeşler, Dostoyevski

Dostoyevski'nin hayatından izler taşıyan, edebiyatı boyunca romanlarına aldığı tüm meseleleri bir araya topladığı, bin sayfayı aşan, Büyük Engizisyoncu isimli bölümün romanın kendisinden bile ünlü olduğu bir baba ve oğul hikâyesi. Herkesin beklediği bir cinayetin nasıl işlendiğinin ya da işlenmediğinin öyküsü. Bir yanda suç ve ceza çatışması, diğer yanda ne kadar özgür olduğumuz sorusu. Romanın konusunu az çok hepimiz biliyoruz. Biri gayri meşru olmak üzere dört oğlu olan Fyodor Pavloviç'in dört oğlundan biri tarafından öldürülmesi. Henüz okumamış olanlar için isim vermiyorum. Roman boyunca hep aynı soru vardır satır aralarında. Sadece cinayeti işleyen suçlu olabilir mi? Bu suçu işlemekten bizi ne kurtarabilir? Beklediğimiz mucizeler, irademizi ya da vicdanımızı teslim ettiğimiz kişi ve kurumlar, boyun eğdiğimiz otorite bize sunduğu konfor alanlarına karşılık bizden ne alır? Özgürlüğümüz ve vicdanımızı vermiş olabilir miyiz farkında bile olmadan ya da belki bilerek, isteyerek. Ben soruların bazılarını sormuş olayım, diğer soruları ve yanıtları bulmak size kalsın. Dikkatli ve keyifli bir Karamazov okuması hepimize iyi gelecektir...

55. Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros

Bazı kitaplar var ki her an her yerde okunabilir, bir yandan bildiğimiz şeyleri anımsatırken bir yandan da bilmediklerimizi fark ettirebilir, üstelik de keyif verebilir. İşte Yürümenin Felsefesi de o kitaplardan biri. Frédéric Gros yürüme eylemi üzerine düşünmüş, tespitlerini ve hayatını yürüyerek anlamlı hale getiren yazarların, düşünürlerin hikâyelerini bir araya toplayıp harika bir kitap çıkarmış ortaya. Kitap "yürümek spor değildir" diyerek başlıyor. Bir ayağı diğerinin önüne koyarak yaptığımız bu eylemin tüm skorlardan, rekabetten, sayılardan bağımsız olarak düşünmenin, yaratıcılığın, kendiyle ve doğayla bütünleşmenin, sessizliğin, özgürlüğün, yalnızlığın ya da birkaç kişilik kalabalıkların, zamanı fark etmenin, hayatın ritmini telaşla hızlanarak değil de yavaşlayarak sakince yakalamanın kapısını nasıl araladığını gösteriyor. Ben çok severek, bolca altını çizerek okudum. Okurken hayatları boyunca yürüyen bazı isimler Nietzsche, Thoreau, Rousseau, Kant da size eşlik edecek.

56. İlyada, Homeros

Homeros’tan konu açılır açılmaz akla gelen iki eser İlyada ve Odysseia uzun zaman yalnızca ezberlenerek dilden dile dolaşmış daha sonra felsefenin ortaya çıkışıyla içerisindeki mitolojik düşünme biçimi, alegori anlaşılmaya ve sorgulanmaya çalışılmış. Homeros’un eserleri sadece edebiyatta değil, bir bütün olarak tarih, coğrafya, felsefe, eğitim, siyaset, ahlak gibi farklı disiplinlerde etkili olmuş. İlyada, Troya'yı yok eden büyük savaşın elli gününü anlatır. Hector'un ölümü ve gömülmesiyle biter bu epik şiir. Ama 24 kitaplık binlerce dize boyunca tanrıların insanları savaşa nasıl kışkırttıklarını, önce koruyup sonra nasıl ölüme ittiklerini görürüz. Bu kadar da değildir tabii anlatılan. Olimposlu tanrılarla insanlar arasındaki geçişli ilişki kader, özgür irade, ölüm ve yasam, aşk, onur, savaş ve barış hakkında çok şey söyler. Ölmesine rağmen Hector'un saygınlığı Achilleus'un öfkesinin üstüne çıkar. Paris, kahinleri haklı çıkarıp güzel atlarıyla ünlü olan bu kentin yok olmasının sebebi olacaktır. Mitoloji sevenlerdenseniz okuyun derim. Okudukça Batı edebiyatını daha iyi anlayacaksınız, her hikayede Homeros'tan bir parça bulacaksınız. Sonuç olarak, insan ömrü yettiğince Homeros okuyabilir, her okuduğunda farklı bir hikâye bulur, hep kendi hikâyesini arar ve gün gelir aslında henüz okumamış olduğunu anlar.

57. Animal Triste, Monika Maron

Bu sıralar birkaç kitap okuyorum. Animal Triste o kitaplardan biriydi ve maalesef bitti. 150 sayfalık kitap bitmesin, içime işlesin diye ancak bir hafta tutabildim kendimi. Bence müthiş bir anlatı. Bellek, zaman, unutmak ve hatırlamak, kendini tanımak ve aşk hakkında. Bu kadarcık bir kitap nasıl bunların hepsinden bahseder, diyebilirsiniz. Bazen olur. Yazar Monika Maron'un yaşamında Doğu Berlin ve duvar önemli bir zamanı kaplıyor. Anlattığı hikayede de öyle. Şehri bölen ve yıkılan duvar, hayatını ikiye bölen ve yeniden yaşam bahşedilen bir an, aşık olduğu adamla var olan hayat ya da hiç. Ve unutuş. Bu romanda yaşlı bir kadın geçmişine dair her şeyi hayatının aşkı üzerinden yeniden var ediyor. Diyor ki, “O akşam gerçekten ölmüş olsaydım, hayatta neyi kaçırmış olacaktım? Hayatta aşktan başka bir şey kaçırılmış olamaz.” Bu aşk onu sonsuz kez tekrar eden tek bir anın içine hapsediyor ve aşkının dışındaki her şeyi unutmayı seçiyor. Hikâye boyunca yaralı bir ses duyuyoruz. Romanın ismi Latince bir deyimden geliyor: Omne animal triste post coitum (Her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür).  Animal Triste, üzgün hayvan anlamına geliyor. Okurken aklım hep Ingeborg Bachman, Malina'ya gitti. Onun çığlığı çınladı durdu kulaklarımda. Aşk nasıl da anlaşılmaz, anlatılmaz, evcilleştirilemez, güvenilmez bir sevme biçimi. Toplumun itaatkar kılmaya çalıştığı ama dizginleyemediği bu duygu yazarın dilinden şiirsel, içten, sansürsüz akıp geliyor.

58. Normal İnsanlar, Sally Rooney

İtiraf ediyorum ki 2019'da yayımlandığımda ve çok ses getirdiğinde bu kitabı okumayı hiç düşünmemiştim. Listemde adı hiç olmadı. Aslı Kotaman'la bu yıl yapacağımız #edebiyattansinemaya atölyeleri için konuşurken adı geçti. Dizisi güzel, demişti Aslı Kotaman. Hikâyemiz böyle başladı. Neden okumayı düşünmedim? Çünkü bir ergen romanıydı, yazar da 'bildiğimi yazıyorum' dediğine göre fazla ilgimi çekecek bir şey olamazdı. Yanılmışım!

Romanın arka planında sınıf çatışması, 2008 İrlanda ekonomik krizinin etkileri, kültürel kodlamalar var. Bu zemin üzerine Marianne ve Connell'ın hikâyeleri ekleniyor. İkisinin de hikâyesinin tek başlarına ya da birlikte olduklarında nasıl değiştiğini görebiliyoruz. İki kahramanın lisenin son sınıfından başlayarak dört yıla yayılan hikayeleri belirli olaylar üzerinden zaman dizimsel bir sırayla ilerliyor. Romanın temel meselesi iletişimsizlik olduğu kadar bunun yol açtığı karşısındakinin ne düşündüğünü ya da istediğini 'varsaymak'. Farklı sınıflardan olmak birbirlerini anlamayı ve bilmeyi zorlaştırıyor. Hayata yeni başlayan ve ellerinde bir kullanma kılavuzu da olmayan genç insanlar için hiç de kolay değil bu. Diğer yandan alttan alta işleyen bir suçluluk duygusuyla da boğuşuyorlar. Gelinen nokta ölümün bir kurtuluş olarak görülüp görülmeyecek olduğu. İki kahraman birbirlerine bir yapbozun parçaları gibi uyumluyken diğer parçalarla ilişkileri zaman zaman bu uyumu bozabiliyor. Çok kolay okunabilen, akıcı ve katmanlı bir roman. Üstelik benim gibi 17 yaşında bir genç insanla yaşıyorsanız hikâye daha çok etkiliyor sizi. Okumak mı, izlemek mi? Benim seçimim belli, son karar sizin.

59. Odysseia, Homeros

Herkesin bildiği bir hikâyeden bahsedeceğim bu kez. Hani şu kahramanın sonsuz yolculuğu metaforunun doğduğu yer. Homeros'un İlyada'nın ardından anlattığı destan ya da epik şiir. İlyada'yı bir ulusun kahramanlık destanı olarak düşünürsek Odysseia da kahramanın eve dönüş yolculuğunu anlatan maceralarla dolu bir şiir diyebiliriz. İlyada Achilleus'un öfkesi ise Odysseia da Odysseus'un kurnazlığıdır. Biri karada iki ulusu karşı karşıya getiren bir savaş, diğeri ise kahramanın denizde Poseidon'a rağmen verdiği bir mücadele. Odysseia'nın meraklı okurlarla yazarlar için önemi ise hikaye anlatmanın arkeolojisine dair içerdiği gizemler. Bir de unutmadan ekleyelim, mitolojinin büyülü dünyası.

60. İnsancıklar, Dostoyevski

1988 yılında ilk kez okumuşum. O zaman okuduğum ilk Dostoyevski eseriydi. Şimdi edebiyatın içinde bunca yol aldıktan ve Dostoyevski'nin büyük romanlarını okuduktan sonra yeniden başa dönüp okumak çok farklı bir tat verdi. Dostoyevski edebiyatının temel notalarını, felsefesini hatta varoluşçu düşüncenin temellerini görebiliriz İnsancıklar'da. Eserlerindeki karakterlerin olaylar ve karşılaştıkları durumlar karşısında yaşadığı çaresizliği, ümitsizliği ve hayal kırıklıklarıyla nasıl baş edebileceğini gösteren gücünü ortaya koyar. Onun eserlerinde her insan farklı durumlar karşısında kendini yeniden var eden bir canlıdır.

61. Zorba, Kazancakis

Çağdaş Yunan edebiyatının en önemli yazarlarından Nikos Kazancakis'in Zorba isimli romanı Gergedan Atölye 'de başladığımız dört haftalık Balkan Edebiyatı programının da ilk kitabı. 1946 yılında yayımlanan, içinde barındırdığı hikâyenin ötesinde yazarın da okurun da yaşamı anlama rehberi olan bir başucu kitabı aynı zamanda. Patron olarak tanıdığımız entelektüel bir yazarın Girit'e linyit ocaklarını işletmek üzere giderken tesadüfen tanıştığı Zorba'nın hikâyesi, Kazancakis'in de pek etkilendiği Nietzsche'nin Apollon ve Dionysos ikiliğini kurmaca olarak ele aldığı bir hikâye. Zorba, edindiği hayat deneyimi ile pişmanlıklarını geride bırakmayı bilen ve düşüncelerini korkusuzca dile getiren, zamanın getirdiklerini ve götürdüklerini bilgece kabul eden, hiçbir yere ait olmayan ama kendini mutlu ve özgür hissettiği her yeri evi sayan, anı yaşayan öğretici karakter. Patron ise eğitimi, toplumsal düzenin sınırları, sosyal kalıplar içine sıkışmış olan geçmişle de gelecekle de sürekli hesaplaşmaya çalışan, hayatı ve kendini anlamak için uğraşan öğrenci. Zorba'nın Patron'a verdiği derslerden bizim de öğreneceklerimiz var, hem de çok. Arada bir yeniden okunacak kitaplardan biri olduğunu bir kez daha söyledikten sonra okurken üzerinde düşünmeniz için ada, deniz, kelebek, santur, manastır gibi sembollerin peşine düşmenizi de önereyim. Zorba'ya Hüseyin Ağa tarafından verilen bir öğütle de noktayı koyalım. "... Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!"

62. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Peyami Safa

Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Peyami Safa'nın en önemli romanlarından biri. Berna Moran bu roman için şöyle demiş: "Gösterme tekniğine bağlı olarak romanın psikolojik yönünü zenginleştiren ‘bilinç akışı ‘ ve ‘bakış açısı’ tekniği de Safa sayesinde Türk romanına girmiştir. Onun felsefe ve psikoloji üzerindeki derin bilgisi, bu teknikleri ustaca kullanmasını sağlamıştır. Safa’nın roman tekniği konusunda usta bir yazar olması şüphesiz onun iyi bir okuyucu olmasından kaynaklanmaktadır. Onun, Fransız romanları konusunda da bilgi sahibi olduğuyla beraber, “İngiliz romancılarından A. Huxley, O. Wilde ve V. Woolf’un etkisinde kaldığını söyleyebiliriz.” Romanın arka kapağında psikolojik roman olduğu yazsa da bana göre bu tanım roman için oldukça eksik. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, Safa'nın 1930'lu yıllarda tanıdığı geçek bir karakterden hareketle yıllar boyu zihninde kurgulayarak daha sonra Büyükada'da tamamladığı 1949 yılında yayımlanan bir roman. Hikâyenin merkezinde Ferit isminde bir karakter var. Biz genellikle onun gözünden izliyoruz olau örgüsünü. İki bölümden oluşuyor ve romanın bütün unsurları hem biçimsel hem de tematik olarak karşıtlık üzerine kurgulanmış. Birinci ve ikinci bölümler, mekanlar, zamanlar, Batı Doğu imgesi, pozitif bilimler ile metafizik düşünceler gerek Feridun gerekse çevresindeki karakterlerin zihninden okura yansırken onu da bu çatışmanın içine çekiyor. Okumanızı ve Peyami Safa edebiyatını yakından tanımanızı öneririm.

63. Lanetli Avlu, Ivo Andriç

Kısacık ama çok katmanlı bir novelladan bahsedeceğim. Lanetli Avlu, Ivo Andric'in tamamladığı son eser. Dünya onu en çok Drina Köprüsü ve Nobel Edebiyat ödülünü alan ilk Yugoslav yazar olarak biliyor. Bosnalı Sırp yazar romanlarında kuşatılmışlık, Doğu Batı ikilemi, korku, korkuyla beslenen varoluş kaygılarını dile getirmiş. Türk kültürünün ve Osmanlı egemenliğinin Balkan halkları üzerindeki etkilerini ise her eserinde farklı simgelerle ortaya koymuş.
Bu hikâyeye ismini veren Lanetli Avlu da hem eserin ana karakterlerinden biri hem de en önemli simgesi. Daha ilk cümle ile anlatılanın mezarlığın üzerini örten kar örtüsü gibi anlatılmak istenen hikâyenin üzerini nasıl örttüğünü fısıldıyor bize. Sonra hikayeleri, karakterleri ve simgeleri iç içe geçen çemberler misali birbirine dolayarak ama asla düğüm olmasına izin vermeden çiziyor Ivo Andric. Özellikle ikizleşme metaforunu başarıyla kullanıyor. Zamanı kırarak, mekanları çoğaltatak, karakterleri zıtlıklar ve benzerliklerle yaratarak 100 sayfalık kısa ama çok katmanlı, derin mi derin bir eser. Merkeze yerleştirdiği Cem Sultan hikâyesi de başka bir bakış açısı sunuyor bize.

64. Derviş ve Ölüm, Meşa Selimoviç

1966 yılında yayımlanan Derviş ve Ölüm, Yugoslav yazar Meşa Selimoviç'in en önemli eseri. Eser otobiyografik unsurlar içeriyor diyeceğim ama aslında yazar kendini değil kurşuna dizilmiş erkek kardeşinin ölümü sonrasında yaşadığı travmaya bağlı olarak adalet arayışını anlatıyor.
Hayat ve ölüm, uhrevi olan ile dünyevi olan, adalet ile iktidar, vicdan ile zulüm arasında gidip gelen bir dervişin hikâyesi anlatılan.
O derviş "Ben kimim?" sorusunun peşine düştüğünde nasıl değişip dönüştüğünü okuyoruz. İlk sayfalarda "Bir giysi, bir örtüymüş gibi bana yakıştırılan her şeyi üstümden atıyor, bunların hepsinden önce bana ait olan çırılçıplak insan bedenimle kalıyorum," cümlesini okur okumaz bir varoluş sorgulamasının içine düşeceğini de anlıyoruz tabii.
Ben anlatıcı üzerinden bellek ve zaman kavramıyla da örülmüş bir hikâye bu. Bir insan kendini ararken geçmişini sorgulamadan durabilir mi? Peki geçmişi bugüne getiren insan zihni ne kadar doğru anımsar ne kadar tarafsız olabilir, yaralarını kanatmadan nasıl o geçmişin üzerine yeni bir ben inşa edebilir.
Gergedan Atölye için bir kez daha okumaktan memnun oldum. Meşa Selimoviç edebiyata büyük emek vermiş usta yazarlardan biri. Tanımıyorsanız tanışmanızı ve özellikle Derviş ve Ölüm'ü okumanızı öneririm.

65. Homeros, Azra Erhat

66. Kör Baykuş, Sadık Hidayet

67. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

Bu hafta başında okuduğum Gece Yarısı Kütüphanesi, 42 dile çevrilmiş, Goodreads üyeleri tarafından 2020 yılının en iyi romanı seçilmiş Matt Haig'in kurmaca eseri. Haig, gazeteci ve yazar, çocuklar ve yetişkinler için hem kurmaca hem de kurmaca dışı kitapları var. Biyografisine bakınca 2000'li yılların başından bu yana çok sayıda eserinin yayımlandığını görebilirsiniz. Gelelim kitaba... Aslında felsefe ile kurmacanin iç içe örüldüğü ve yaşama dair ipuçlarını saklayan kitapları severim. Bana göre bu kitapların içinde en iyisi de 'Kirpinin Zarafeti'dir. Bu roman da böyle bir temayla yola çıkıyor. Yaşamak ile yaşamamak arasından kalan kadın kahraman hayat boyu yaptığı seçimler ve sonuçlarıyla bir yüzleşme yaşıyor. Kendisinin arafta kaldığı ve zamanın durduğu süre boyunca farklı gelişebilecek hayatlarına gidip gelen kahramanın hep döndüğü yer bir kütüphane. Çok kolay okunan (2 günde bitti), sürükleyici bir kitap. Hikaye boyunca sürekli Henry David Thoreau, biraz Schopenhauer, sıkça Schrödinger'in Kedisi çıkıyor karşınıza. Böylece insan doğa ilişkisi ve kuantum fiziği hakkında fazla derinleşmeyen bir yolda ilerliyorsunuz. Ama,,,   Sanırım ben bu kitap yerine Kirpinin Zarafetini bir kez daha okumayı tercih ederdim. Ya da büyük bir edebi şölen için Paul Auster'ın 4321'ini bir kez daha okuyabilirdim. Ne edebi açıdan ne de okuma deneyimi olarak beni tatmin etmedi diyebilirim.

68. Yitik Ülke, Defne Suman

Defne Suman'ın öyküleri yaklaşık bir aydır elimde dolaşıyordu, birkaç gün önce son öyküyü de okuyup bitirdim. Önce romanlarıyla edebiyatta kendini var etmiş bir yazar olarak öyküye soyunmak pek de kolay değildir bana göre. Defne Suman öykülerini bildiğimiz ama en çok hissettiğimiz ipliklerle dokumuş. Satırlarda çocuktan ihtiyara her yaştan kadının hikâyesine rastlayabilirsiniz. Her öykü okura kendinden birkaç satır bahşederken okurdan da ona ait olanı söküp alıyor. Bu ne demek şimdi diye soracak olursanız, kitabı okuyun derim. Öykülerdeki kadınlar hem biziz hem değiliz, aynaya bakmak ve kendini görmek gibi. Aynadaki sensin ama aslında sen o görünen değilsin. Ama kadın hikâyeleri diyerek geçmek olmaz tabii. Her hikâyenin ardında kahramanın yaşadığı toprakların, ait olduğu toplumsal yapının yaraları da saklı. Yazar yaraların üzerindeki kabuğu kaldırmadan, kaşıyıp kanatmadan göstermeyi başarmış. Bu açıdan okurun da canını acıtmadan söylüyor sitemini, söz de yerini buluyor diyelim. Nehir, Sabun, Yitik Ülke, Balıkçının Eleni en sevdiklerim oldu, unutmayacaklarım.

69. Son Fasıl, Nedim Gürsel

Nedim Gürsel edebiyatımızın renkli kalemlerinden biri. Son Fasıl'da farklı coğrafyalardaki deneyimleri ve kendisinde bıraktığı etkiler üzerinden dünyaca ünlü ustaların yapıtlarının ve yaşamlarının son demlerinin izini sürüyor. Okurunu da kendisiyle birlikte kâh renkli, neşeli kâh hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor. Bazen bir şairi ya da ressamı uzun anlatıyor bazen bir yazardan iki satırla bahsediyor. Anlatı mekânlar üzerinden ilerliyor. Bu mekanlarda konaklamış, buralara uğramış büyük isimlerin hayatlarının bir döneminde (genellikle de son döneminde) geçip gittikleri bu yerleri merkeze alarak onlar hakkında bildiğimiz ya da bilmediğimiz ayrıntılarla işlenmiş bir kitap. Ben çok keyifle okudum. Elbette okurken kendime yeni listeler yaptım. Kimler var? Rilke, Van Gogh, Rubens, Nazım Hikmet, Sartre, Tolstoy, Da Vinci ve daha pek çok isim.

70. Barbarın Kahkahası, Sema Kaygusuz

Öyküleriyle tanıdığım Sema Kaygusuz kalemini, anlatım biçimini çok sevdiğim yazarlardan biri. Bu kısa romanda da barbarı gösteriyor bize. Rahat okunan, içinizi acıtmadan toplumsal yaralarımızı ortaya döken bir hikaye. Bir motelde yaz tatillerini geçirmekte olan farklı sınıflardan insanların hikayesi. Faili belirsiz çok basit bir olay etrafında dönen, cinsellik, cinsiyet ayrımı, sınıf meselesi, din baskısı, iktidar zorbalığı gibi konuları sade ama derin bir dille anlatan harika bir roman.

71. Tanrıgöz Bahar Yaka

Bu kitap Goodreads listesinde yok, çünkü ben okurken sisteme dahil olmamıştı henüz. Ama okumuş ve instagramda da paylaşmışım.

Bahar Yaka ile ilk öykü kitabı yayımlandığında tanışmıştık. Diablo'nun Günlüğü için @gergedankitabevi 'nde yaptığımız söyleşi ve öncesindeki muhabbetimiz hâlâ aklımda. O kitabıyla Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt ödülünü kazandığını hemen ekleyeyim. İkinci öykü kitabı Tanrıgöz bir süredir elimde. Öykü okurken her gün küçük dozlar almak gerektiğini düşünenlerdenim. Kitap bir şiirle açılıyor ve yazar öyküleriyle ilgili de ipucu veriyor ilk sayfada. Anlatmak istediğini birkaç vurucu sahne ile kısa anlatmayı seviyor Bahar Yaka. Üzerinde çalışıp işlenebilecek öyküler bir anda bitiveriyor bazen. Elbette bunun okur üzerinde ayrı bir etkisi de var. Ölüm temasının ağırlıklı olduğu öykülerde bir diğer izlek ise baba ya da erk. Bir okur olarak duygusal zemininin çok kuvvetli olduğunu söyleyebilirim. Külhan, Yeşil Kadife en sevdiğim öyküler oldu. Tanrıgöz ise kitaba ismini veren, on beş kısacık öyküden oluşan bir metin. Bence ismini ve kitabın efendisi olmayı hak ediyor. Bu öyküye verilen emek bana ilk kitaba ismini veren öyküyü de anımsattı. Kitabın sonunda ise bir masalla uğurluyor bizi yazar. Okumaktan keyif aldım.

72. Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim, 

Sakarmeke'yi bitirdim dün gece. Mehmet Fırat Pürselim hikâyelerini hep çok sevdiğim bir yazar. Akılsız Sokrates'ten sonra ne geleceğini sabırsızlıkla bekliyordum ki yeni öykülerini kuşların kanatlarına yüklemiş. Bu kez öykülerinde daha farklı bir tat var, kalemini keskinliğinden sıyırıp ironiyle donatmış. Bakıp gördüğü, duyduğu, hissettiği şeyleri mesele eden, öykülerinde toplumun her katmanı için adaletsizliği, eşitsizliği, bağnazlığı, özgürlüğün bedelini sorgulayan bir yazarla aynı pencereden bakmak iyi geliyor. Okura çok yakın, sıcak, bazen gülümseten, zarif, sade ve katmanlı öyküler. Umarım siz benden önce okumuşsunuzdur, okumadıysanız bu yaz mutlaka okuyun. Hatta diğer kitaplarını da okuyun. Çok seveceksiniz.

73. Dünyadan Aşağı, Gaye Boralıoğlu

• 72 kitap okumuşum ama 73 diyelim çünkü elimdeki kitap da yıl bitmeden bu listeye dahil olacak.

• Toplam 19965 sayfa / Aslında bu sayı 70 kitap üzerinde hesaplanmış ama Goodreads'e eklemeyi unuttuğum iki kitap var. Biri Sakarmeke diğeri de Tanrıgöz. Onları da bu listeye ekledim.
• 56 sayfa ile en kısa kitap 'Zacharius Usta'
• 1068 sayfa ile en uzun kitap tabii ki 'Anna Karenina'
• Bu durumda kitap başına ortalama 281 sayfa düşüyor
• Günde sadece 56 sayfa okumuşum.
• Okuduklarım arasında Goodreads topluluğu içinde en popüler olanı 'Dorian Grey'in Portresi'
• En az bilinen ve okunan ise 'Sefalet Kedisi'
• Okuduklarım arasından Goodreads okurları tarafından en yüksek oyu alan 'Yaşamımdan Şiir ve Hakikat'
• 2021 yılının ilk ilk kitabı 'Asılacak Kadın' olmuş
• 2021'in son kitabı ise 'Dünyadan Aşağı' olacak.

2022'de okuyacaklarımın bir kısmı atölye kitapları olduğundan listesi belli ama boşlukları dolduracak kitaplar şimdilik belirsiz.
Aslında burada paylaştığım sayıların pek de önemi yok. Ben yazmayı ve okumayı hayat uğraşım haline getirdigimden listem kabarık. Ama önemli olan okumak, iyi kitaplar okumak ve okumayı hiç bırakmamak.
Biliyorum malum nedenlerle kitapları satın almak bile zorlaşıyor. Zor zamanlar, daralan alanlar hepimizi sıkıştırıyor. Ama bir yolunu bulacağız.
Çünkü okumak hepimize iyi gelir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye