Ne Hissediyorum Ne Düşünüyorum

 



Dün son yirmi yılın en önemli seçimi vardı. Oldukça çekişmeli, renkli, zaman zaman şiddete dayalı seçim döneminden sonra geldiğimiz noktada nihayet bir değişimin olacağına çok inanmıştık. Gençler ve kadınlar değiştirecekti bu yorgun, yılgın, yozlaşmış sistemi. Akşam olduğunda sevinmeye hazır geçtik ekranların başına ve ilk birkaç saatin sonunda izlemekle izlememek, ağlamakla öfkelenmek arasında gidip geldik. Televizyon kanallarına kafa tuttuk, sosyal medyayı topa tuttuk ama sonucu değiştiremeyeceğimizi zaten biliyorduk.

Ne umdum ne buldum, ne hissediyorum ne düşünüyorum?
Bugün oturup kalkıp bu soruları soruyorum kendime. Mesaj gruplarını, sosyal medyayı, siyasetçilerin söylediklerini, fikirlerini önemsediğim kişilerin düşüncelerini okuyorum, dinliyorum. Bana gelen mesajlara yanıt veriyorum. 
Sonunda kendimle dertleşir gibi buraya yazmaya karar verdim. 
Yirmi bir yıl önce iktidara gelenler sistematik olarak ülkemizin değerlerini, ilkelerini, maddi ve manevi varlıklarını yozlaştırdılar. Her şey paraya dönüştürülebilir hale geldi. Bu anlayış ülke genelinde yaygınlaştı, paranın en önemli değer olduğu bir toplumda kutsal olan da vicdandan, ahlaktan sıyrılıp dinle sınırlandı. Dünya genelinde yaygınlaşan sağ iktidarlar da ellerinin altındaki kırılgan Türkiye demokrasisini pek güzel kullandılar. Peki her şey bu kadar kolay mıydı? Aslında bize kolay ve çabucak olmuş gibi görünen bu düzen sistemli olarak 1950'lerden beri tıkır tıkır işletiliyor.
Bu bir komplo teorisi falan değil. Yavaş yavaş bir topluma zerk edilen cehalet ve yozlaşma zehri. İşte yenildiğimiz şey bu. Yetmiş yıldır buram buram soluduğumuz bu havanın öyle bir kaç seçimde ciğerlerimizden temizleneceğini beklemek biraz da saflık olmaz mıydı? Tam da böyle oldu işte.
Tabii ki moralimiz bozuk, insan içinde olduğu her yarışı galip bitirmek ister. Hele ki bu yarış bizimki gibi yaşam şeklimizi belirleyebilecek kadar önemli bir seçimse. Üstelik bir anne olarak ilk kez oy kullanan oğlumun gece boyunca gözlerinde beliren hayal kırıklığını ve gelecek kaygısını görmek de kolay değildi. Her anne aynı şeyi hissetmiştir tahmin ediyorum. 

Özellikle sosyal medyada öyle çok mesaj gördüm ki, "Ne halleri varsa görsünler. Artık herkes kendi başının çaresine baksın," mealinde olan. Yalan söylemeyeyim ben de ilk anda aynı hislerle doluydum. Ama sonra başka şeyler sordum kendime. Bizim gibi düşünmedikleri, bizim gibi oy vermedikleri için birilerine ceza mı kesmeliyiz ya da merhametimizi kurallara mı bağlamalıyız. Gözümüzün önündeki hastaya, yaşlıya, yaralıya yardım etmeden önce hangi taraftan olduğunu mu soracağız? Doktora giderken kime oy verdiğini mi bilmek isteyeceğiz, ayakları çıplak bir çocuğa ayakkabı alırken anasının babasının kim olduğuna mı bakacağız? Çok acımasız bir dünya kurmaz mıyız kendimize? 
Zaten bugün geldiğimiz yer bu bölünmeden kaynaklanmıyor mu? Edebiyatta sürekli konuştuğumuz ötekileştirme, yabancılaşma meselesinin tam da ortasında duruyoruz ama farkında bile değiliz.
Amacım öyle büyük laflar etmek değil. Ama tam da bu üstten bakışımız sebebiyle bağımızın koptuğu bir kitle var. İletişim kuramıyoruz. Önceden bize öğretilmiş güzellemeleri bir kenara koyup asırlarca cahil bırakılmış bir toplumun Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bir anda aydınlığa kavuştuğunu mu düşünelim. Ne yazık ki bu hamle 1954'te Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla yarıda kaldı ve o günden bu güne sağ iktidarlar tarafından sistemli olarak çocuklar, gençler boş bir müfredatın ve dini eğitimin ellerine teslim edildi. Cemaat yurdunda baskı gördüğü için intihar eden genci unutmayalım. Neden? Çünkü cahil ve muhtaç olanın oyu satın alınabilir. Onlara gösterilen yaldızlı büyük saraylar, saçma sapan hülyalı diziler, kahramanlık hikayeleri, hatta cennette tapu vaadiyle sadakatleri sağlamlaştırılabilir. Çünkü gerçek, bilmek istemeyecekleri kadar can acıtıcı olabilir. Düzgün bir işte çalışabilmek de, okuyabilmek de ancak sosyal adalet ve refahın sağlanmasıyla mümkün. İşte ancak o adalet sağlanırsa zaman içinde yaşam biçimi de anlayış da kitlesel talep de değişir ve düzen de değişir tabii. Ama hemen olmaz. Neden kadınlar üzerinde bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor, dizilerde şiddet gören kadınlar bu kadar çok, evlilik temel kurum olarak empoze ediliyor, büyük ve zengin ağa düzeni dayatılıyor, bin yıllık kahramanlıklar filme alınıyor.  Çünkü kadını evde tutmak, eğitimden yoksun bırakmak, bu düzene evlat yetiştirmesini sağlamak önemli. Bir ülke evlatlarını yiyerek besleniyor, büyüyor demeyeceğim de semiriyor. Kimi içerde dişliler arasında eriyip gidiyor kimi de dışarı kaçıyor. Bir yandan da alışmış ve güvende oldukları yaşam biçimlerinin tehdit altında olduğu, artık o muhtaç oldukları yardımı da alamayacakları algısı yaygınlaştırılıyor. Devletin güvenliğinin onun oyuna ya da attığı taşa bağlı olduğu, kısacık da olda bir kahramanlık hikayesi yazabileceği hissi veriliyor.
İktidarın, kişisel zenginleşmenin, hükmetmenin uzun süreli ve sağlam olmasının temelinde de kendi adaletini uygulamak, hayal satmak, eğitimsiz ve muhtaç bırakmak var. Bakınız tüm distopyalar :)
Eh sosyal demokrat olduğunu iddiasında olan partiler de yıllar boyu kendi tutuculuklarının, kırılmaz bükülmez vakarlarının pençesinde ihmal ettikleri bu kitleyi iyice çemberin dışına itmişlerse, bir gün bile hatır sormayıp kapılarını çalmamışlarsa bugün düzeni öyle iki seçimde değiştirmek kolay olmaz.
 


Kimseye bir şey öğretmek ya da anlatmak derdiyle değil de kendi sorularıma verdiğim cevaplarla oluşturulmuş bir yazı bu. Bana göre İBB Başkanının başarısında çalışma masasının arkasına astığı tablodaki anlayışı hayata geçirebilme çabası yatıyor. Bu seçimde önemli bir eşiğin aşıldığını düşünüyorum. Belki ilk kez sosyal demokrasiden yana olan bir parti halkla, üstelik de daha önce fazla dokunamadığı halk kesimleriyle buluştu. Elbette ilk görüşte aşk mümkün değildi ama önemli işler başarıldı. Bir diyalog kuruldu. Ve daha önce iki kez ilk turda kazanmış olan kişi bu kez kazanamadı. İkinci tur zayıf da olsa bir umut vaat ediyor. Üstelik "o kazandı, benden bu kadar, vs..." diyen biri değil de "ben buradayım, mücadeleye devam ediyorum..." diyen biri var. 
Peki bizlerin "Boş ver, bırak kazansın..." deme hakkımız ya da lüksümüz var mı? 
Tünelin ucundaki ışığa gözlerimiz kapamamak gerektiğini düşünüyorum. 


Yorumlar

  1. Yazini cok begendim, dusuncelerine katiliyorum. Yurt disinda bizde cabaladik, umutlandik ama olmadi, yetmedi. Ama dedigin gibi inandigimiz yolda yurumeyi birakacak luksumuz yok.Sevgiler.Sebnem

    YanıtlaSil
  2. Aynen bende " Ne halleri varsa görsünler. Artık herkes kendi başının çaresine baksın" gurubundayım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye