Masumiyetini Kaybetmemiş Bir Şehirden Notlar


İnsan kimi zaman gittiği bir şehri özler. 2016'da gezip gördüğüm, tadına vardığın Sinop'a dair bir zamanlar Vagon Dergi'de yayımlanan yazımdır.

Gitmem gerektiğine ne zaman karar verdim bilmiyorum. Sinop, uzun zamandır görmem gereken yerler listesinin ilk sıralarındaydı. Sonunda Gökçeada’ya da birlikte gittiğim arkadaşlarımla üç ay önce oluşturduk rotamızı. Beni Sinop’a çekenin sadece meşhur cezaevi olduğunu söyleyemem. Belki zaman zaman kulağıma çalınan Sinop’a dair güzellikler, belki Karadeniz’in en az bilinen şehirlerinden biri oluşu, belki çocukluk arkadaşım Sema’nın anlattığı Sinop, belki atalarımın atalarının ruhu.



Sinop’a vardığımızda sabah 07.00 sularıydı, hayat henüz başlamamıştı. Kahvaltı etmek için aklımıza ilk gelen yer meşhur Tarihi Yalı Kahvesi oldu. Surların etrafını dolaşıp kahveye vardığımızda bize bakan altı çift ihtiyar gözle karşılaştık. Kahvenin emekli müdavimleri sabahın o saatinde çoktan yerleşmişlerdi sandalyelere. Üstelik yiyecek bir şey de yoktu, simitçi de açmamıştı dükkânı. Sokak simitçisi bile uyanmamıştı herhalde. Biraz daha yürüyünce gözümüze kestirdiğimiz bir kafede güzel bir kahvaltı yaptık. Günün ilk sürprizi buluttan sızıp incecik yağan yağmur oldu. 



Konakladığımız Karakum hırçın dalgalardan uzak ama yerinde duramayan serin bir denize açmış kollarını. Karşımızda Gerze, bir hayalet misali göz kırpıyor. Kış sabahlarında daha çok görülen meşhur sis, yaz sabahlarının erkeninde de denizi usulca örtüyor. Böyle sabahlarda grileşiyor denizin rengi, karşı kıyı kayboluyor. Karadeniz bütün sahillerden çok güzel görünüyor. Her zaman kıpır kıpır, davetkâr. 

Diyorlar ki; Karadeniz’de üç liman varmış: Sinop, Temmuz, Ağustos… Türkiye’nin en kuzey ucuna, İnceburun’a giderken Akliman ve Hamsaroz’un güzelliklerini kana içtik önce. Türkiye’nin tek fyordu dedikleri Hamsaroz aslında bilimsel olarak bakıldığında buzul aşındırması sonucu oluşmuş. Artık bir tabiat parkı. Balkan Savaşı sırasında Karadeniz’de görevlendirilen Hamidiye Zırhlısı’nın düşman gemilerinden saklanmak için doğal liman olan Hamsaroz’a sığındığı söyleniyor. İnceburun’a vardığımızda, kişisel tarihimde önemli bir anda olduğumu fark ettim. Türkiye’nin en kuzeyinde ama o son noktadan yine de birkaç adım geride. Çünkü Türkiye’nin en kuzey ucu, suların içinde gördüğüm o kaya parçası işte. 



Fenercilik nesilden nesile geçen bir aile mesleği. Garip, yalnız, denizin yanı başında, karadan çok denize ait, mezarın bile… Sadece sizin ve yerinize gelen çocuklarınızın üst üste gömüldüğü bir garip toprak parçası.

Sarıkum için de söylenen bir söz var; deniz, çöl, orman, göl… Rip akıntısı için sık aralıklarla uyarı tabelalarının olduğu bu bölgede Karadeniz adının hakkını veriyor doğrusu. En sakin günde bile köpük köpük kabarıyor dalgalar. Kıyıda çölü andıran sapsarı bir kum ve çorak toprak sonra yemyeşil orman fışkırıyor her yerden. Gözüm alabildiğine yeşile boyandı. Suyu takip ederek Sarıkum Gölü’ne ulaştık. Su kaplumbağaları, su yılanları ve kelebekler karşıladı bizi. Yılanlarla kelebeklerin hızına yetişemedim ama kaplumbağaları yakaladım.

Karadeniz’e başını uzatmış bu memleketin her yerinden buz gibi sular fışkırıyor. Ama en heyecan verici olanı Tatlıca Şelaleleri. Rehberimiz Adem Tahtacı liderliğinde, uzun süre sonuna dek gidip gidemeyeceğimizi düşündükten sonra, tırmanmaya başladık. Ben Sinop’un en çok kayalarını sevdim galiba. İrili, ufaklı yirmi sekiz şelaleyi kayalara tırmanarak, tırmanmanın iyice güçleştiği yerlerde düğümlenmiş iplerle kendimizi yukarı çekerek buz gibi yayık ayran içmeye hak kazandık. İnsanoğluna kafa tutan bu vadiyi baştan sona kat etmek tüm yorgunluğuma değdi. Tüm çamurumuz ve ıslaklığımızla Sinop’a döndüğümüzde yediğim mantıyı kesinlikle hak ettiğimi düşünüyorum. Tercihim cevizlisinden yana.

Tarihi Sinop Cezaevi… Üç yanı denizle çevrili tarihi kale duvarlarının içerisindeki cezaevine ev sahipliği yapan içkale yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar tarafından yapılmış. Grek, Pontus, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlılar kendi dönemlerinde kaleyi korumuş ve güçlendirmişler. Kalenin cezaevi olarak kullanımına ait en eski belgeler ise 1568 yılına dayanıyor. Selçuklu döneminden itibaren uzun süre tersane ve zindan olarak kullanılan iç kale 1882 yılından itibaren cezaevine dönüşmüş. 2000 yılında da müze olarak ziyarete açılmış. Denizin surlara dayandığı, Karadeniz’in hırçın sesiyle çılgına çevirdiği mahkûmlar, hücrelerde güneşi görmeden aylarca kalırlarmış. Kaçmak imkânsızmış. Burada çektiğim fotoğraflara kendimi dâhil etmedim, biri hariç. O da “Sabahattin Ali Koğuşu” tabelasının altında çekilen fotoğraf. Sarı duvarlarından, tarihi surlara dayanan dış duvarlarından, taşından, toprağından acı fışkırıyor. Eskilerin “tabutluk” adını verdiği hücreler hala kan, sidik, ter; insan kokuyor. İdam aralığı dedikleri yerde gölgeler dolaşıyor. 



Dışarı çıkıp güneşin altında yürüdükten bir sonra hissettim nefes alabildiğimi. Konuşmak zor geldi. Ama Sinop acıları unutturmayı başaran bir şehir. Arkeoloji müzesini, Etnografya Müzesini, Camileri, Türbeleri, Pervane Medresesini gezdik. Anadolu’nun her yanı gibi binlerce yıllık bir tarihin üzerinde yürüdüğümü hissettim her adımda. Sikkeler, mozaikler, anforalar, heykeller, sütunlar, el işleri, zırhlar, silahlar... Anlatmakla bitecek gibi değil burada yaşatılan tarih. Hâlâ da bugüne kazandırılmaya çalışılan eserler var. Eski Sinop evlerinin onarımı devam ediyor, Balatlar Kilisesi’nde kazılar sürüyor. Benim için en önemli yerlerden biri de Atatürk’ün harf inkılabını başlattığı okuldu. Tarihi Öğretmen Evi’nin hemen yanında, o meşhur fotoğrafın çekildiği yerde bir küçük anıt var. Burayı görmeseydim, bilmeseydim ne çok üzülürdüm.

İnaltı Kanyonu ve İnaltı Mağarası, yine kayalarla, suyla ve kendimle kaldığım yerler oldu Sinop’ta. Suyun, ağaçların köklerinden, yosunlardan, otlardan, kayalardan aşıp geldiği, salkım salkım döküldüğü bir kanyon burası. Serin, sessiz, ıssız. Sadece ben. Dedim ya, en çok kayalarını sevdim Sinop’un. Kanyondan çıkıp bir saat sonra mağaraya vardık. 75 milyon yalında gencecik bir mağara burası. Damlataş özelliği bulunan mağaranın içinde yürürken hayalgücümü serbest bıraktım, kayaların sesini duymak, göstermek istediklerini görmek için. 


Ve Boyabat’ın bazalt kayalar vadisi, vadideki eko sistem, kelebekler… Kırkkızlar efsanesi… Binlerce yıllık yerleşimlerin üzerine kurulan Boyabat kalesi… Ayancık sahili… Akgöl… Nilüferlerin içinde konaklayan küçük kurbağalar… Erfelek’teki Öztürk Lokantası… Sabah kahvaltısında yediğimiz nokul… Sorduğumuz her şeye gülerek yanıt veren insanlar… Olmayan avm… Gördüklerimizdi. Göremediklerimiz, yetişemediklerimiz ve bir de hayretle fark ettiklerimiz var.


Sinop’taki şoförler korna çalmıyor, kavşakta birbirlerine yol veriyor, yayaya saygı duyuyor. Alışmamışım bu muameleye, garipsedim. Yolumu çevirip “sana hediyem var” diyen çingenelerden, her sokakta konuşlanmış dilenci çocuklardan, elinde “AÇIM” yazılı kâğıtlarla dolaşan insanlardan uzaktım burada. Bir güvenlik bulutu sardı sanki etrafımızı. Çantamızın kapılacağından, cüzdanımızın çalınacağından, taksinin bizi dolaştırıp fazla para alacağından, rahatsız edileceğimizden endişe etmedik. Bilmediğimiz bir kentte olmanın tüm tedirginlikleri kayboldu.

Sinop’ta karşılaştığım, tanıştığım, sohbet ettiğim tüm insanların gülümsüyor olması bir rastlantı mıydı? Yoksa gerçekten “mutlu bir şehir” mi? Bence, henüz saygısını ve masumiyetini kaybetmemiş bir şehir Sinop. Hep böyle kalması dileğiyle…

Teşekkür: Bize Sinop’u karış karış gezdiren ve çok güzel anlatan Sinope Tour’un sahibi ve resmi rehber Sn. Adem Tahtacı olmasaydı o kayaları aşamazdık. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güneş, Kum, Deniz ve Kitap

Cenk Hikayeleri - Murathan Mungan

Hangi Şehir Hangi Hikaye